makale

Komünü Görmeyen Akıl, Kürt’ü Göremez.

HAKKI TEKİN

 

Kürt aklı.

Tarihsel toplumu kavrayış biçimimiz, hangi akıl türüyle yaklaştığımıza bağlı olarak radikal biçimde değişir. Eğer tarihe yalnızca sınıf formasyonu üzerinden bakarsak, Kürtler görünmez olur, çünkü klasik sınıfsal ayrışma çoğu zaman Kürt toplumu gibi komünal yaşam formlarında derinleşmemiştir ve sınıfsal bakış tarihsel sosyolojinin başlangıç kısmını ‘ilkel’ olarak görmüştür.  Pozitivist tarih anlayışı, doğrudan gözlemlenebilir, merkezi ve yazılı kayıtları esas aldığında, komün, aşiret, kabile, konfederasyon gibi örgütlenme biçimlerini marjinalleştirerek medeniyet dışı görür. Bu durumda Kürtler yine görünmez kalır. Bu yaklaşım aslında Pierre clastres’in devlete karşı toplum tezine işaret ettiği gibi devletli uygarlığın kendi meşrutiyetini kurmak için devlet dışı toplumları eksik-ilkel olarak kodlamasının tipik bir örneğidir. Benzer şekilde marcel maussun armağan teorisi ve karl polanyinin gömülü ekonomi kavrayışı, komünal ilişkilerin arkaik kalıntıları değil, toplumsal bütünlüğün kurucu ilkeleri olduğunu gösterir.

Endüstriyalist bir tarih kurgusu için doğa, köy, komün, geri kalmışlık ve gelişmemişlikle eşanlamlıdır, dolayısıyla Kürt toplumu tarihsel ilerlemenin dışında konumlandırılır. Ulus-devlet merkezli bakış açısı ise devleti olmayan halkları “tarih öncesi” bir kategoride değerlendirir. Bu çerçevede Kürtler, devletleşmemiş bir halk oldukları için modern tarihin öznesi olarak kabul edilmezler. Teolojik okumalar bile çoğu zaman insanı yalnızca Tanrı–devlet düzleminde anlamlandırdığı için, bireyin, komünün ve toplulukların özgün tarihsel-inançsal yaratımlarını görmezden gelir.

Tüm bu akıl türleri, Kürtlerin tarihsel varoluşunu sistemli biçimde perdeleyen, onu bastıran ve görünmezleştiren ideolojik araçlardır. Bu nedenle Kürt tarihini anlamanın ilk şartı, tarihsel sosyolojinin merkezine komünal toplumu yerleştirmektir. Komün, yalnızca üretim ve paylaşımın değil, etik, bilgi, varoluşsal, örgütlülük ve anlamın da mekânıdır. Bu yaklaşım benimsendiğinde, Kürt toplumu tarihin her evresinde yalnızca “var” olmakla kalmaz, aynı zamanda dönüştürücü, direnişçi ve inşa edici bir özne olarak da ortaya çıkar.

Dolayısıyla Kürt aklını yalnızca güncel bir bilinç uyanışı olarak değil, tarihsel sosyolojik bir süreklilik olarak görmek gerekir. Kürt aklına kaynaklık eden bu tarihsel sosyoloji formları, özellikle batı sosyal bilimlerin ilkel ya da ön tarih olarak sınıflandırdığı yapılarla karıştırılmamalıdır. Tam tersine, bu yapılar birer arkaik kalıntı değil, kapitalist modernitenin çözmeyi ve disipline etmeyi başaramadığı, etik-politik yaşamın tarihsel-toplum taşıyıcılarıdır. Klan, kabile, aşiret biçimleri, birer idari organizasyon olmaktan ziyade birer anlam rejimidir. Yani topluluğun dünyayı algılama, anlamlandırma ve örgütlenme biçimidir. İşte bu nedenle Kürt aklı, devletsizliğini bir eksiklik değil, bir alternatif olarak yeniden kurabilir.

  1. Akıl Türleri ve Egemen Aklın İnşası

İnsanlık tarihine yön veren düşünsel hatlar yalnızca bilgi üretimiyle değil, aynı zamanda bu bilginin hangi ideolojik zeminde, hangi amaçla ve kim için üretildiğiyle belirlenir. Bu bağlamda “akıl türleri” üzerine düşünmek, yalnızca epistemolojik bir tartışma değil, aynı zamanda siyasal, toplumsal ve etik bir sorgulamadır. Özellikle modern çağın belirleyici akıl biçimleri —Alman, Fransız ve İngiliz akılları— bir yandan bilimsel devrimlere öncülük etmiş, öte yandan bu devrimlerin sömürgecilik, devletçilik, bilimcilik, cinsiyetçilik ve milliyetçilikle bütünleşmesine zemin hazırlamıştır.

Hegel’in “Dünya Tini” kavramsallaştırması, tarihin sonlu bir ereğe doğru ilerlediği fikrini içerir. Bu ilerleme, diyalektiğin özüne dayansa da, Hegel’in sistemi sonunda devletin aklın en yüksek kurumsallaşması olarak yüceltilmesiyle sonuçlanır. Bu noktada akıl, bireyden, komünden ve halktan kopar, mutlak aklın vücut bulduğu merkezi devlete yönelir. Alman felsefesi böylece, komünal olanı aşılması gereken bir “doğal durum” olarak görürken, disiplinli, hiyerarşik ve militarize bir aklı kutsar.

Heidegger, varlığın unutuluşunu sorgularken bile, dilin ve düşüncenin ulusal bir özle bütünleşmesi gerektiğini savunur. Nazizm’le kurduğu entelektüel flört, aklın nasıl ideolojik aygıtlara dönüşebileceğinin en somut örneğidir. Bu akıl, metafiziğin derinliğine rağmen, halkı değil ulusu, etiği değil düzeni, anlamı değil otoriteyi tercih eder.

Descartes’in “Cogito”suyla başlayan Fransız aklı, özneyi merkeze alırken, özneyi toplumsal bağlamından kopartır. Comte’un pozitivizmi ise bilgiyi yalnızca gözleme indirger, duygusal, sezgisel, etik bilgi kaynaklarını dışlar. Bu akıl, sekülerizmi bir ilerleme biçimi olarak sunarken, dini, gelenekseli ve yereli irrasyonel ilan eder. Fransız aklı için ilerleme, merkezin çevreyi dönüştürmesi, aklın kendi dışında kalan tüm tarihsel biçimleri bastırmasıdır.

Bu bağlamda Aydınlanma, sadece bir özgürleşme hareketi değil, aynı zamanda bir aklın kolonizasyonudur. Fransız devrimi bireyi ulus-devletin evrensel vatandaşına indirgerken, çoklukları, cemaatleri ve komünleri yok saymıştır. Bu nedenle Fransız aklı, görünürde laik ve özgürlükçü olsa da, tekilcilik ve merkezcilik üzerinden devleti mutlaklaştırır.

İngiliz aklı, Locke’un mülkiyet teorisiyle, Adam Smith’in piyasa düzeniyle ve Hobbes’un Leviathan devletiyle şekillenir. Burada akıl, doğrudan çıkar, fayda ve güvenlik nosyonlarıyla birleşmiştir. Bu pragmatik akıl, bireyselliği kutsar, toplulukları ise arkaik formlar olarak görür. Liberalizmin öznesi olan birey, komünal hafızayı değil, mülkiyet hakkını taşır.

Bu akıl türü, modern sömürgeciliğin en işlevsel taşıyıcısı olmuştur. Çünkü kendisini evrensel ilan ederken, diğer akıl biçimlerini irrasyonel, geri, duygusal ya da ilkel olarak kodlar. Kadını zayıf duygusallıkla, halkı ham kalabalıkla, doğayı ise denetim altına alınması gereken kaynakla özdeşleştirir. Böylece İngiliz aklı, hem kapitalizmi hem de patriarkayı içselleştirir.

Bu üç modern akıl türü ortak bir çizgide birleşir, hepsi devlet aklına, bilimsel rasyonalizme, patriarkal sistematiğe ve milliyetçi formasyona dayanır. Akıl, ilişkiselikten, anlamsalıktan, duygudan, etikten ve doğadan koparılır, teknikleşir, araçsallaşır, merkezileşir. Kadın aklı, komünal sezgi, etik ilişkiler ve topluluk hafızası bu yeni çağda bastırılır.

Bu çözümleme, jurgen habermasın iletişimsel akıl kavramıyla karşılaştırıldığında daha da görünür hale gelir. Habermas, modern aklın araçsallaşmasını eleştirerek toplumsal aklın ancak iletişimsel, yani karşılıklı anlaşmaya dayalı süreçlerde özgürleşebileceğini belirtir. Benzer şekilde müchel Foucault’un iktidar-bilgi, analizi, modern akıl türlerinin nasıl bilgi üretimi üzerinden toplumu disipline ettiğini ortaya koyar. Dolayısıyla Kürt aklı, yalnızca bir halkın tarihsel bilinci değil, aynı zamanda bu araçsallaştırılmış ve devletçi bilgi rejimlerine karşı alternatif bir epistemolojik hattır.

İşte bu nedenle Kürt aklı, yalnızca bir halkın düşünme biçimi değil, tüm bu bastırılmışlık biçimlerine karşı bir epistemolojik, varoluşsal, etik ve politik direniş biçimidir. Kürt aklının tanımlanabilmesi için önce bu akıl türlerinin, bilinmesi, anlaşılması ve teşhir edilmesi gerekir.

  1. Kastik Katilin Doğuşu ve Göbeklitepe, Şiddetin Kurumsallaşması

Tarih öncesi insanın yaşamı, uzun süre doğayla iç içe ve komünal ilişkilere dayalı olarak sürdü. Ancak bu komünal sürekliliğin ortasında, tarihsel bir kırılma yaşandı, şiddetin araçsal hale gelmesi ve bu araçsallığın giderek kurumsallaşması. Bu kırılmayı mümkün kılan başlıca etmen, kastik katil dediğimiz zihinsel ve örgütsel tipin doğuşudur.

Kastik katilin ilk prototipi, hayvan avlama süreçlerinde ortaya çıkar. Av, yalnızca hayatta kalma pratiği değil, aynı zamanda bir şiddet eğitimidir. Bu süreçte edinilen kesici alet kullanımı —bıçak, ok, mızrak— hem insanın doğaya karşı gücünü simgeler hem de içselleştirilmiş bir şiddet kültürünün doğmasına yol açar.

Avcılar, topluluğun yaşamını sürdürebilmesi için bir işlev üstlense de, zamanla bu işlev, bir ayrıcalık, ardından bir örgütlü güç biçimini alır. Avlanma pratiği, şiddet yoluyla denetim kurmayı öğrenen ilk kastın oluşmasına zemin hazırlar. Bu kast, şiddetin öğrenilebilirliğini ve tekrar yoluyla denetlenebilirliğini keşfeder. Artık avlanma, sadece doğaya değil, komünal halka karşı da uygulanabilir bir beceri halini alır.

Göbeklitepe, yalnızca bir inanç merkezi değil, aynı zamanda tarih öncesi kastik iktidarın ilk mimari izdüşümüdür. Devasa taşlar, hayvan figürleri, çevrilmiş alanlar, topluluğun çevresel-doğal döngüsünden koparılmış bir yeni kutsallık üretimine işaret eder. Bu kutsallık, artık doğayla bütünleşik değil, hiyerarşik olarak inşa edilmiş ve şiddetle korunması gereken bir sistemdir.

Burada dikkat çekilmesi gereken, Göbeklitepe’nin politik anlamıdır. Bu yapı, artık komünal yaşamın temsilcisi değil, onu bastıran, simgesel olarak düzenleyen, aşağıdan yukarıya bir örgütlenme değil, yukarıdan aşağıya kurulan bir iktidar ilişkisinin ilk örgütlenme hamlesidir. Bu, kastik katilin yalnızca bireysel bir figür değil, toplumsal bir form olarak örgütlendiği ilk alandır.

Pierre Clastres’in devletsiz toplumların devlete karşı geliştirdiği direnç biçimlerine dair çözümlemesiyle birlikte düşünüldüğünde daha çarpıcı hale gelir. Clastres, şiddetin kurumlaşmasının toplulukların içsel mantığını bozduğunu, devletsiz toplumların ise tam tersine şiddeti ve merkezi iktidarı sınırlandıran yapılar geliştirdiğini vurgular. Göbeklitepenin sembolik düzeni, tam da bu sınırlandırma mekanizmalarının kırıldığı, şiddetin kutsallaştırıldığı ve iktidarın ilk kez mimari düzeyde temsil edildiği bir dönüm noktasına işaret eder.

Göbekli tepe, komünal ölçülerin hala yaşadığı ama eril sembollerin giderek merkezileştiştiği bir kırılma alanıdır. Bu geçiş evresinde semboller, yapılar ve toplumsal ritüeller giderek erkek egemenliğini temsil etmeye başlar. Tanrılar eril olur, kutsallar eril olur, yöneticiler erkekleşir. Bu süreç yalnızca bir cinsiyet dönüşümü değil, zihinsel bir kopuşun ve bastırmanın ilk kurumlaşma aşamasıdır. Komün artık içerden parçalanmak istenmekte, eril zihniyet kutsallaştırılmış sembollerle kolektif hafızaya nüfus etmektedir.

Ancak bu kastik katil biçimi tek yönlü ilerlemedi. Göbeklitepe süreciyle eş zamanlı olarak, Mezopotamya ve çevresinde yer alan birçok komünal topluluk, bu yeni şiddet formuna karşı kabile ve aşiret örgütlenmeleri temelinde politik direnç geliştirdi. Ortaya çıkan eril örgütlenme sistemine karşı, bunun karşılığında gelişen politik sistem kabile ve aşiret örgütlenmesi olmuştur. Bu örgütlenmeler yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda ahlaki ve politik bir birliktelik biçimi taşıyordu. Şiddetin dışlayıcı mantığına karşı ilişkisellik, paylaşım, topluluk aklı ve ahlaki ekonomi savunuldu.

Kürt halkı ve onun ataları, bu kabilevi ve konfederal direniş biçimlerinde öncü bir rol üstlenmiştir. Özellikle Zagros-Toros hattındaki direniş kültürü, şiddetin merkezileşmesine karşı komünal örgütlenmeler yoluyla yanıt vermiştir. Bu politik form, devlet öncesi en gelişmiş siyasal örgütlenme modeli olduğu kadar, toplumun kendi içsel ve çevre hareketlenmesi sonucunda oluşan toplumsal tanımlamarada kaynaklık etmiştir. Komünal toplum süreçlerinde isimlendirilen klan, kabile ve aşiret gibi formlar Kürtlerin öncülük ettiği görülür.

Bu süreçte komünal akıl —ilişkiye dayalı bilgi, etik davranış normları, duygusal–analitik denge— giderek bastırılmaya başlanır. Kastik akıl, sadece fiziksel değil, epistemolojik ve etik bir daralmayı da beraberinde getirir. Artık doğru bilgi, ilişki ve anlamdan değil, güçten ve zorlamadan türetilir. Bu, Kürt aklının erken bastırılma evrelerinden biridir.

Toplumsal yarılma, tam da bu noktada başlar, Duygusal akıl, etik ve ortaklaşmacı bir yaşamı savunurken, analitik akıl, araçsal bir rasyonaliteyle güç merkezli bir yapıya evrilir. İşte bu içsel yarılma, ileride daha belirgin sınıfsal, cinsiyete dayalı ve kurumsal ayrımlara dönüşecektir. Ama ilk izleri, Göbeklitepe ve benzeri merkezlerde net biçimde gözlemlenebilir.

  1. Komünal Akıl ve Kürt Aklının İç Mantığı

Kürt aklını yalnızca etnik ya da coğrafi bir akıl formu olarak değil, aynı zamanda tarihsel olarak bastırılmış ama dirençli bir komünal zihniyetin sürekliliği olarak anlamak gerekir. Bu akıl, ne Yunan aklının biçimsel mantığına indirgenebilir ne de modern Batı aklının araçsal ve indirgemeci biçimlerine. Aksine, kendi başına bir içsel tutarlılık, ahlaki süreklilik ve ilişkisel örgütlülük barındırır.

Komünal aklın ilk temel özelliği, bilginin yalnızca dışsal nesneler üzerinden değil, ilişkiler üzerinden kurulmasıdır. Doğru bilgi, birey ile toplum, insan ile doğa, geçmiş ile şimdi arasındaki anlamlı bağların korunmasıyla oluşur. Bu ilişkisel düşünüş biçimi, aynı zamanda etikle iç içe geçmiş bir bilgiyi doğurur, Bilgi, ancak toplumsal fayda ve ahlaki sorumlulukla değerlidir. Bu yönüyle komünal bilgi, ne araçsal ne de tarafsızdır — aksine, toplumsal varoluşun içinde anlam kazanır.

Bu yaklaşım, Marcel Mauss’un ‘armağan ekonomisi’ teorisiyle güçlü bir paralellik taşır. Mauss’a göre armağan, yalnızca ekonomik bir alışveriş değil, aynı zamanda toplumsal ilişkileri, bağları ve anlamı yeniden üreten bir mekanizmadır. Benzer şekilde Karl Polanyi’nin ‘gömülü ekonomi’ kavramı da ekonominin toplumsal ilişkilerden bağımsız değil, onların içine gömülü bir pratik olduğunu gösterir. Kürt aklının ilişkisel bilgi anlayışı, bu kuramsal çerçevelerle birlikte düşünüldüğünde, modern kapitalist aklın atomize birey ve piyasa kurgusuna karşı tarihsel bir alternatif olarak görünür hale gelir. Ayrıca, Alfred North Whitehead’in süreç felsefesi, varlığı statik nesneler değil, ilişkisel süreçler üzerinden tanımlar, bu da Kürt aklının doğa-toplum-insan bütünlüğünü kavramsallaştırma tarzıyla örtüşmektedir.

Kürt aklının tarih boyunca varlığını koruyabilmiş olmasının sırrı, yalnızca bireysel bilgelikte değil, örgütsel formda, yani komünal varoluş biçiminde yatar. Klan, aşiret, cemaat, meclis ve komün gibi yapıların temel özelliği, hem ahlaki değerleri taşımaları hem de bu değerleri yaşamsal bir pratik olarak örgütlemeleridir.

Bu örgütlülük, sadece bir mekanizma değil, aynı zamanda anlam üretme biçimidir. Ahlak, bu anlam dünyasının iç ruhudur. Bu bağlamda Kürt aklı, bir tür ahlaki-örgütsel akıl olarak tanımlanabilir. Bu akıl, devlet aklının dışlayıcılığına karşı kapsayıcı, modern aklın soğuk nesnelliğine karşı ise ilişkisel ve sıcak bir bilgi sistemi inşa eder.

Komünal akıl yalnızca ahlaki değil, aynı zamanda duygusal ve analitik bileşenleri dengeleyen bir akıldır. Analitik akıl, nesnelerle, süreçlerle ve sorun çözmeyle ilgilenirken, duygusal akıl, ilişkilerle, duyarlıkla ve toplumsal süreklilikle ilgilidir. Modern dünyada bu iki akıl biçimi sert biçimde ayrışmış, duygusal olan “irrasyonel” sayılmıştır.

Oysa Kürt aklı, bu ayrımı hiçbir zaman kökten benimsememiştir. Aksine, duygu ve çözümleme, sezgi akıl, etik ve mantık, yaşam-bilgi hep iç içe geçmiştir. Bu dengenin bozulması, sadece bireysel değil, toplumsal bir yarılma üretmiştir. Devletli uygarlık, bu ayrışmayı kalıcılaştırmış ve duygusal-etik aklı bastırmıştır.

Bu bastırılmalar karşısında Kürt aklı, hiçbir zaman bütünüyle yitip gitmemiştir. Tarihin her döneminde farklı biçimlerde —dengbêjlikte, topluluk törenlerinde, aşiret hukukunda, kadın etrafında şekillenen etik yaşamda— direngen komünal akıl biçimleri yeniden üretilebilmiştir. Bu yönüyle Kürt aklı, yalnızca bir hafıza değil, aynı zamanda tarihsel bir direniş formudur.

  1. Uruk–Sümer Süreci ve Komünal Aklın Bastırılması

Kürt aklının tarihsel seyri içerisinde en dramatik kopuş, Uruk-Sümer uygarlıklaşma sürecinde yaşanmıştır. Bu süreç, yalnızca yeni bir üretim tarzının, şehir yaşamının ya da yazının ortaya çıkışıyla değil, aynı zamanda komünal zihniyetin sistematik biçimde bastırılmasıyla tanımlanmalıdır. Bu bastırma, bir sınıfsal tahakküm değil, daha derin bir zihinsel rejim değişimi olarak okunmalıdır.

Uruk kent devleti örneğinde kristalize olan bu yeni uygarlık modeli, üç ana gücün ittifakıyla şekillenmiştir, Rahip sınıfı, savaşçı aristokrasi, ve hanedanlık yapısı. Bu üçlü yapı, hem ideolojik meşruiyeti hem fiziksel zorlamayı hem de yönetsel denetimi elinde tutmuştur.

Rahip sınıfı göklerle (tanrılarla), aristokrasi kılıçla, hanedan ise soyla meşruiyet kurmuştur. Bu ittifak, komünal yapının temeline –özgür irade, topluluk kararı, cinsiyet dengesi ve etik dayanışma– doğrudan saldırıdır.

Uruk-Sümer süreciyle birlikte bilgi, artık halkın yaşam pratiklerinden değil, göğe çıkarılmış mitolojik anlatılardan ve rahiplerin yorumlarından türetilmeye başlanmıştır. Bilgi yukarıya, tanrıya, karar yukarıya, krala, kutsallık yukarıya, tapınağa çıkarılmıştır. Bunu toplumsal uyarlama şekli, merkeziyetçi, hiyerarşik biçiminde şekillenmesidir. Bu durum, diyalektiğin donması anlamına gelir, Artık toplum kendi içinde düşünemez, eleştiremez, üretemez hale getirilmiştir.

Henri Lefebvre bu tür süreçleri ‘donmuş diyalektik’ kavramıyla açıklamıştır. Ona göre diyalektiğin canlılığı, toplumsal çelişkilerin sürekli yeniden üretiminden gelir, ancak devletçi uygarlık, bu çelişkileri bastırarak görünürde bir düzen, aslında ise düşünsel bir durağanlık yaratır. Benzer biçimde Ernst Bloch’un ‘umut ilkesi’ teorisi, tarihin her döneminde bastırılan ama kaybolmayan özgürleşme imkanlarının bulunduğunu vurgular. Uruk–Sümer uygarlığında diyalektiğin donması, Bloch’un deyişiyle ‘henüz-olmayan’ın üzerinin örtülmesidir, fakat bu potansiyel, Kürt aklının ve komünal hafızanın içinde saklanarak varlığını sürdürmüştür

Böylece sorgulayıcı, ilişkisel, içkin bilgi yerine, göksel, buyurgan ve tekil bilgi hâkim olmuştur. Bu, hem epistemolojik bir devrimdir hem de politik bir karşı-devrim.

Devlet burada sadece zor aygıtı değil, bir zihniyet biçimi olarak işler, bastırılan artık yalnızca bir topluluk değil, bir hafıza ve onun yapısıdır. Tarih yazımı, bu süreçten itibaren kralların, savaşların, şehirlerin ve hanedanların tarihine dönüşür. Komün ve Kürt aklı tarihsel formları klanlar, kabileler, aşiretler ve konfedere tarzı örgütlenmeler, bu yazının dışına bırakılır. Sosyal bilimlerde bile, bu tür devlet dışı yapılar ya ilkel ya da medeniyet dışı olarak tanımlanır.

Bu zihinsel rejim değişimi, en sert biçimiyle kadın figüründe ve komünal yapıda görünür olur. Kadın, üretimin, bilgeliğin, doğurganlığın ve kararın merkeziyken, Sümer uygarlığıyla birlikte tutsaklaştırılır, ev içiyle sınırlandırılır, yasal nesneye indirgenir. Kadının dışlanması, aynı zamanda komünün dışlanmasıdır. Komünal etik ile şekillenen topluluk aklı, yerine hiyerarşik ve emir-komuta aklı alır.

Bu dönüşüm, Kürt aklının bastırılması anlamına gelir. Zira Kürt aklı, bu komünal ve kadın merkezli düşünüş biçiminin en eski ve en köklü formlarından biridir. Bastırılan yalnızca kadının toplumsal konumu değil, bir bütün olarak etik ve örgütsel düşünüş biçimidir.

Bu süreçte Kürt aklı, bastırılmış ama yok edilmemiş bir akıl biçimi olarak “orta beyinli” bir formda tutulmuştur. Ne tamamen devlet aklına teslim olmuş ne de eski biçimiyle varlığını sürdürebilmiştir. Bu orta beyinlilik, bir yandan duygusal ve etik yönleri korurken, diğer yandan bilimsel-analitik düşünmeye ulaşamama halini de doğurmuştur.

Kürt toplumunda görülen sezgisel bilgelik, tarihsel hafıza, örgütsel direnç gibi özellikler bu bastırılmış ama saklanmış aklın belirtileridir. Ancak bu akıl, ancak yeniden ahlaki, örgütsel ve analitik bir sentezle kendini inşa edebilecektir.

  1. Zihinsel Karşı-Devrim, Zerdüştlükten Devlet Aklına Bastırılmışlık

M.Ö. 800-200 yılları arasında yaşanan eksen çağı, sadece evrensel düşünce sistemlerinin ortaya çıkışı değil, komünalitenin ideolojik olarak yeniden formüle edilmesidir. Bu sistemlerin ortak özelliği, iktidar-devlet değil, topluluğu esas almalarıdır. Eksen çağının en önemli damarlarından biri, Zerdüşt’ü ahlaki felsefesiyle başlayan, semavi dinler, Sokrates’ci akıl, Budist ve Konfüçyüsçü geleneklerin doğuşudur. Her biri, ilk çıkışlarında ahlaki-toplumsal adalet çağrılarıyla, mevcut, devletçi-iktidar akıl yapılarının dışına çıkarak toplumun vijdanında yankı bulmuştur.

Kürt aklının tarihsel bastırılmışlığı yalnızca siyasi değil, aynı zamanda derin bir zihinsel karşı-devrimle gerçekleşmiştir. Bu karşı-devrimin tarihi, aynı zamanda komünal aklın yeniden filizlenmesini de içinde taşır. Bu bakımdan Zerdüştlük, yalnızca bir inanç ya da ahlak sistemi değil, Kürt aklının devletli uygarlık koşulları içinde yeniden doğuşudur. Zerdüşt, Göbeklitepe sonrası gelişen kastik katillik, Uruk-Sümer hanedanlığı ve metafizik rahip-aklın baskılarına karşı bir ahlaki-entelektüel devrimdir.

Eksen çağı kavramını ilk kullanan Karl jasperdir. Bu dönemde çin, Hindistan, Mezopotamya, İran, Yunanistan ve İsrail’de büyük düşünsel-dinsel dönüşümler ortaya çıktığı kabul edilir. Karl Jaspers Eksen Çağı’nı (Achsenzeit) insanlık tarihinde bilinçteki en köklü sıçrama olarak tanımlar, bu çağda birey, ahlak ve evrensel hakikat sorularıyla tanışmıştır. Ancak bu kavramsallaştırma, Batı-merkezli bir yorumla sınırlı kalmıştır. Daha sonra Shmuel Eisenstadt ‘çoklu moderniteler’ teorisiyle Jaspers’in çizgisini genişletmiş, her uygarlığın kendi özgün zihinsel ve toplumsal modernleşme süreçleri yaşadığını vurgulamıştır. Bu perspektiften bakıldığında, Zerdüştlük yalnızca evrensel bir ahlak felsefesi değil, aynı zamanda Mezopotamya coğrafyasının özgün ‘modernite’ deneyimidir. Bu da Kürt aklının, Batı dışı bir eksen çağının taşıyıcısı olarak görülmesini mümkün kılar.

Bu dönemde komünalitenin ideolojik bir form kazanma sürecidir. Bu çağda aşiret, kabile temelli komünlerden ideoloji temelli komünlere geçiş yaşanmıştır. Zerdüşt, bu sürecin peygamberi olarak ortaya çıkar, Med konfederasyonu, bir devlet değil, komünaliteler federasyonu olarak tarih sahnesine çıkar.

Zerdüştlük, iyilik ile kötülüğün, hakikat ile yalanın, toplumsal bilinçle şiddet ideolojisinin açıkça karşı karşıya getirildiği bir çağdır. Bu karşıtlık yalnızca dini değil, aynı zamanda ontolojik ve toplumsal bir diyalektiktir. Zerdüşt, insan aklını tanrısal olanla barıştırmak yerine, ahlaki olanla buluşturmayı tercih etmiştir. Aklı yukarı değil, topluma çekmiştir. Donmuş çelişkileri tekrardan topluma çekilmiştir. Bu yönüyle Zerdüştlük, bastırılmış Kürt aklının yeniden komünal formda doğuşudur. Aydınlığı karanlığa karşı örgütleyen bu akıl, ilk defa iyilik–kötülük çelişkisini toplumsal yaşamın merkezine koyarak diyalektiği yeniden işler hale getirmiştir.

Sokrates, bu komünal aklın Batı’daki yankısıdır. Sokrates’in felsefesi de Zerdüşti gelenekte olduğu gibi, toplumsal ahlakın ve düşünsel cesaretin diyalektiğidir. Ne var ki bu çizgi, Platon ile birlikte kırılmış, devletin “idea”sı felsefenin zirvesine yerleştirilmiştir. Platon’un idealar dünyasında gerçeklik artık toplumsal yaşamda değil, devletin kutsal düzenindedir. Sokrates’in sorgulayan ve etik aklı, Platon’da yerini ideal devleti meşrulaştıran metafizik bir akla bırakır. Bu, komünal aklın felsefe yoluyla bastırılmasıdır.

Aristoteles, bu süreci bilimle kalıcılaştırır. Doğayı sınıflara ayıran, toplumları hiyerarşilere bölen, kadını pasif ve eksik varlık sayan bu yaklaşım, devletin mantığını doğal ve evrenselmiş gibi sunar. Bu anlayış, Sasanilerde zerdüştlüğü devlet dini haline getirerek yeniden bürokratikleştirir. Zerdüşti etik olan, Sasani siyasal çıkarın hizmetine sokulur. Komünal akıl, burada hem içeriği boşaltılarak hem biçimi dönüştürülerek devletleştirilir.

İslam tarihinde de benzer bir çizgi görülür. Hz. Muhammed’in ilk dönemindeki ümmet yapısı, Zerdüşti ve Sokratik çizgilerin yeni bir sentezidir, eşitlikçi, ahlaki, toplumsal bir düzen önerilir. Ancak bu çizgi, Muaviye ile birlikte saray İslamına ve iktidar teolojisine evrilir. Aklın yerine hüküm, ahlakın yerine itaati koyan bu yeni anlayış, İslam’ı komünal özünden kopararak devletin ideolojik aracına dönüştürür. Bu bastırma, aynı zamanda Kürt aklının tarih boyunca İslam içindeki özgürlükçü damarlarla (örneğin Emevi karşıtı Ehli Beyt, Alevi, Ehmedê Xanî çizgisi) özdeşleşmesine neden olur.

Rönesans, bastırılmış komünal aklın bir kez daha uyanışıdır. Kent komünleri, toplumsal eşitlik talepleri ve özgürlük arayışları, aklı tekrar hayata, topluma ve insana çekmiştir. Ne var ki bu rönesans aklı da çok geçmeden pozitivist ve araçsal akla dönüştürülmüştür. Descartes ile başlayan ve Comte, Smith, Hobbes, Hegel ile kurumsallaşan bu akıl türü, bireyi atomize eder, doğayı nesneleştirir, toplumu yönetilecek bir makineye indirger. Böylece komünal akıl bir kez daha bastırılmış, bu sefer “bilim” ve “rasyonalite” adına araçsallaştırılmıştır.

Üniversiteler, bu araçsal aklın üretim merkezleri haline gelirken, devletler onu ideolojik aygıt olarak kullanmıştır. Batı aklının kurucu figürleri olan Hegel, Locke, Smith ve Comte, devletin, piyasanın ve hiyerarşinin meşruiyetini “aklın eseri” olarak sunmuştur. Kürtler ise bu akıl türü içinde kendine yer bulamamış, kendi toplumsal formunun (komün) dili olmayan bu çerçevede ya marjinalleştirilmiş ya da dönüştürülmek istenmiştir.

Zerdüşt felsefesi, bu çıkışıyla tüm dünyayı etkilemiştir. Sokratik yöntem, medya coğrafyasından üretilen kavramların felsefi derinleşmesidir. Budizm, aristokrasiye karşı komünal bir ideoloji olarak doğmuş, çin ve Hindistan da yayılmıştır. Manihaizm, zerdüşlükün mirasını sürmüşmüş, fakat aristokratik baskılar altında tarikatlara parçalanmıştır.

Kürt aklı, işte bu nedenle bir hatırlayış ve yeniden kuruluştur. Zerdüşt’ten Sokrates’e, Muhammed’in ilk döneminden kent komünlerine kadar uzanan çizgide, bastırılmış komünal aklın hatırlanmasıdır. Ve bu akıl, her bastırılmanın ardından yeniden doğmuş, ama her defasında daha güçlü bir etik derinlikle silahlanmıştır.

  1. Zihinsel Karşı-Devrim ve Devlet Aklının Kuruluşu

Eksen Çağı’nın komünal direniş potansiyeli taşıyan damarları, çok geçmeden karşı bir dalgayla bastırılmıştır. Bu karşı dalga yalnızca politik ya da askerî değil, aynı zamanda zihinsel düzlemde bir karşı-devrim biçiminde örgütlenmiştir. İşte bu sürecin merkezinde devlet aklının inşası yer alır. Devlet artık yalnızca zor aygıtı değildir, aynı zamanda bilgi, ahlak, felsefe, inanç ve düşünce biçimi olarak toplumu yeniden kuran bir zihniyet sistemidir.

Zerdüştlük, özünde halkçı, etik ve adil bir yaşam öğretisi olarak doğmuştur. Ancak Sasaniler döneminde bu öğreti resmî ideoloji haline getirilmiş, tanrı–kral inancıyla harmanlanarak merkezi bir yönetim aygıtına dönüştürülmüştür. Bu dönüşüm, ahlaki olanın iktidar nesnesine indirgenmesi sürecidir. Böylece tanrıların ve duaların diliyle konuşan yeni bir “bilge kral” figürü yaratılmış, halkın zihni ilahi meşruiyetle kontrol edilir hale gelmiştir.

Bu süreç, Kürt aklının da devletçi zihniyet tarafından kuşatılması anlamına gelir. Zerdüştlüğün içinden yükselen etik akıl, Sasanilerde resmî ideolojiye dönüşmüş, halkın komünal örgütlülüğünü dağıtacak bir hiyerarşi yaratmıştır. Böylece Kürtlerin tarihsel hafızasında da çelişkili bir bilinç oluşur, Hem Zerdüştî hem de onun devletleştirilmiş versiyonu olan Sasani mirası bir aradadır.

Yunan felsefesi içinde de benzer bir çelişki vardır. Sokrates, komünal düşüncenin savunucusuydu. Diyalog, ahlaki sorgulama ve halkla birlikte düşünme tarzı onun temel yöntemiydi. Ancak öğrencisi Platon, bu düşünceyi idealist bir Devlet tasarımıyla yeniden şekillendirmiştir. “Devlet” (Politeia) adlı eserinde, toplumun doğuştan sınıflara ayrılması gerektiğini, filozofların kral olması gerektiğini savunur. Aristo ise bu fikri doğa yasalarıyla meşrulaştırarak, köleliği ve kadınların aşağı konumunu “doğal” sayan bir sistem kurar.

Bu durum, komünal aklın felsefi meşruiyetle bastırılmasıdır. Devlet, yalnızca siyasi değil, aynı zamanda ontolojik ve epistemolojik  düzen haline gelerek, yöneticiler tartışılır ama devlet tartışılmaz noktasına çekilir. Böylece düşüncenin devletleşmesi, yani devlet aklının felsefi zemine oturtulması gerçekleşir.

Max Weber’in ‘rasyonelleşme’ kavramı bu süreci anlamak için önemlidir. Weber’e göre modern toplumlarda düşünce, giderek artan bir biçimde araçsal aklın, hesaplanabilirliğin ve bürokratik düzenin egemenliğine girer. Ancak bu sürecin kökleri, Platon ve Aristo’nun devletçi düşüncesinde, yani toplumsal farklılıkların doğallaştırılarak merkezi iktidara bağlanmasında yatmaktadır. Bu noktada Antonio Gramsci’nin ‘hegemonya’ kavramı da açıklayıcıdır, devlet yalnızca zor aygıtı değildir, aynı zamanda düşünce ve kültür alanında meşruiyet üretir. Böylece devlet aklı, yalnızca iktidar ilişkilerini değil, aynı zamanda hakikat kavramını da belirleyen bir hegemonya düzenine dönüşür. Komünal aklın bastırılması, işte bu hegemonik devlet aklı tarafından felsefi ve kültürel düzeyde kalıcılaştırılmıştır

Hz. Muhammed’in Medine Sözleşmesi ile kurduğu çok topluluklu, komünal nitelikli sistem, Muaviye ile birlikte saltanat İslamına evrilir. Burada da benzer bir karşı-devrim görülür. hanedancı iktidar, dini araçsallaştırarak merkeziyetçi ve hiyerarşik bir hal alır. Halkın katılımı, fikir beyanı ve adalet talebi bastırılır, yerine itaat kültürü ve biat aklı ikame edilir.

Muaviye dönemi, Kürt coğrafyasını da doğrudan etkiler. Zerdüştî, Maniheist, Mazdekçi halk gelenekleri bu merkezileşen İslam aklı karşısında gerilemeye zorlanır. Bu sadece inançların değil, toplumların komünal örgütlülüğünün çözülmesi anlamına gelir.

Rönesans’la birlikte yeniden doğan kent komünleri, özgürlükçü düşünceyi geliştirirken aynı zamanda yeni bir bilgi rejiminin de doğuşuna tanıklık eder. Ancak bu bilgi, pozitivizm adı altında yeniden bir iktidar aracına dönüşür. Bilim, tarafsız değil, devletin, sermayenin ve erkek aklının hizmetindedir.

Hegele göre devlet, “tinin gerçekleşme biçimidir”. Yani en yüce akıl devlettir. Bu felsefe, Alman milliyetçiliğini ve otoriterliğini doğurur. Descartes’in özne–nesne ayrımı, doğayı nesneleştirerek bilimsel sömürünün kapısını açar. Locke ve Adam Smith, mülkiyeti kutsayarak liberal iktisat aklının kurucusu olur. Comte ise pozitivist hiyerarşiyi “bilimsel din” olarak örgütler.

Bu düşünürlerin ortak özelliği, komünal düşünceyi dışlamaları, bireyi soyutlamaları ve toplumu merkezi otoriteye göre yeniden tanımlamalarıdır. Böylece Kürt aklına karşı tümüyle zıt olan milliyetçi, cinsiyetçi, mülkiyetçi ve bilimci bir akıl türü kurumsallaşır.

Modern üniversite bu devlet aklının laboratuvarı haline gelir. Akademi, hakikatin değil, devletin, piyasanın ve ataerkilliğin çıkarlarına göre biçimlenir. Komünal bilgi değil, uzmanlaşmış, parçalanmış, ideolojik bilgi üretilir. Kürt aklı, bu sistem dışında kaldığı için “bilimsiz” ya da “gelişmemiş” sayılır. Oysa dışlanma, reddedilmişlik değil, bağımsız ve farklı bir hakikat rejiminin varlığıdır.

  1. Ortadoğu’da Kürt Aklının Ön Açıcı Gücü ve Yeni Paradigma

Kürt halkının en derin kırılması, kendi aklıyla yaşamaması, yüzyıllar boyunca başkalarının aklıyla kendini kurmaya zorlanmasıdır. Sömürgeleştirme, içten eritme yalnızca bir toprak işgali değil, bir zihin işgalidir. Bu zihin işgalinin en sinsi biçimi ise, Kürt halkının başkasının tarihini kendi tarihi sanması, başkasının düzenini kendi kaderi sanması, başkasının kavramlarıyla kendi gerçekliğini anlamaya çalışmasıdır. Bu Kürt aklının silinmesi ve bastırılmasıdır. Kürt aklı dediğimiz şey, bu zihinsel bastırılmışlığın tarihsel olarak aşılmasıdır. Kürt aklı bir halkın sadece var oluşu değil, bu varoluşun bilincine varmasının, onu kavramsallaştırması ve yeniden kurmasını ifade eder. Bu nedenle Kürt aklı yalnızca düşünsel formasyon değil, etik, tarihsel sosyoloji, siyasal, ontolojik, epistemolojik, ilişkiselik ve anlamsallık anlamında bir bütündür.

Kürt aklı, yalnızca bugünün özgürlük mücadelesinden doğmuş bir bilinç değil, on binlerce yıllık komünal yaşamın zihinsel ve toplumsal birikimidir. Bu aklın kökleri, şanidarda, Karacadağ eteklerinde, zap vadisinde, Toros-zagros kavislerinde, tel halafta, kadın etrafında kurulan ilk klanlarda gelişen seslerde, toprağa kök salan ilk topluluklarda gizlidir. Kürt antropolojisi, yalnızca Kürtlerin geçmişini değil, insanlığın insanlaşma sürecini anlamak için bir anahtardır. İşaret dilinden simgesel dile, klan yaşamından kabile konfederasyonlarına geçiş, tüm bu evreler Kürt coğrafyasında yaşanmıştır. Bu nedenle Kürt aklı yalnızca etnik bir bilincin değil, insanlığın ilk toplumsal komünal bilincin taşıyıcısıdır. M. Ö. 800’lerdeki eksen çağ, bu komünalitenin ideolojik form kazanmasıdır. Bu akıl devletçi felsefenin doğuşuyla bastırılır. Tüm bu tarihsel bastırmalar, komünal aklın siyasal, toplumsal, zihinsel olarak bastırılmasının evrensel örnekleridir. Kürt aklı bu bastırmaların hafızasıdır, hurriler, Subarular, nairiler, Gutiler, kasitler, Medler, Zerdüşt, mani, Geylani, Mervani, 29 isyan vb hepsi Kürt aklının tarihsel halkalarıdır. Bunların ortak noktası, komünal değerleri savunmaları, ama hep içsel anlamda sosyal çürümelerin derin belirleyici etkisi ve dış faktörlerle birleşmesi sonucunda bastırılmıştır.

Kürt aklı, yalnızca geçmişin hatırlanması değil, şimdi ve geleceğin yeniden kuruluşudur. Bu akıl demokratik modernite perspektifiyle çağdaş bir zihniyet devrimine dönüşmek zorundadır. Kurmanc olgusu bu geçişin sosyolojik zeminidir. Kurmanc, kabile dışı ama henüz ulus olmayan bir halklaşma formudur. Bu form, Kürtlerin kentleşme, mezhepleşme, inanç sistemi kurma ve dağlık coğrafyada direnme süreçlerinin toplamıdır. Kürt aklı, kurmanclaşma üzerinden halklaşmış, ama henüz kendi öz yönetimini kuramamış bir bilinçtir. Bu yüzden tarihsel sosyoloji kavramı kritik önemdedir. Kürt aklı, sınıf değil komün, üretim biçimi değil ilişki biçimi, iktidar değil topluluk temelinde tarih yazmalıdır. Tarihsel sosyoloji, Kürtlerin, sınıfımsı olmayan ama toplum kurucu geçmişini görünür kılar. Bu yöntemle yazılan tarih, bir halkın aklını özgürleştirir.

Demokratik ulus bu aklın siyasal ve toplumsal biçimidir. Kabile, aşiret, tarikat, inanç toplulukları, etnik çeşitlilik, sınıf olgusu, hepsi komünal-topluluk hakları temelinde tanınmalı, konfederal bir yapı ile demokratik biçimde yaşamasıdır. Özelde kürdistan genelde Ortadoğu, Yahudiliğin, Hristiyanlığın, islamın en kadim coğrafyasıysa, bu zenginliğin ancak demokratik ulus aklıyla yaşanabileceği açıktır. Kürt, fars, Arap, Türk, ilişkisinde de bu akıl zemininde yeniden tanımlanmalıdır. Ortadoğu da hiçbir büyük siyasal dönüşüm Kürtler olmadan gerçekleşmemiştir. Ne persler, ne Selçuklular, ne Araplar, nede Osmanlılar Kürtsüz bir sistem kuramamıştır. Ancak Kürtler bu süreçlerde hep en iyi asker, en sağlam yardımcı olmuş, ama kendi aklıyla değil, başkasının aklıyla yaşamıştır. Bu döngü kırılmalıdır, her ülkede halklar arasında eşit, özgür ve gönüllü bir zihinsel-siyasal ittifak geleceği mümkün kılabilir.

Bu vizyon, Cornelius Castoriadis’in özyönetim kavrayışıyla birlikte düşünüldüğünde daha anlamlı hale gelir. Castoriadis’e göre gerçek demokrasi, bireylerin ve toplulukların kendi kurumlarını yaratma ve dönüştürme kapasitesinde yatar. Demokratik ulus, tam da bu özyönetim ilkesini komün, meclis ve konfederal yapılar üzerinden somutlaştırmaktadır. Aynı zamanda Michael Hardt ve Antonio Negri’nin ‘çokluk’ kavramı, demokratik modernitenin çoğulcu ve yatay örgütlenme mantığıyla örtüşmektedir. Çokluk, ulus-devletin homojen yurttaş kurgusuna karşı, farklı toplumsal öznelerin ortak ama tekil olmayan bir birlikteliğini ifade eder. Kürt aklı, bu bağlamda, modern siyaset teorilerinin açtığı özyönetim ve çokluk perspektiflerini, Ortadoğu’nun tarihsel-komünal zemininde somut bir modele dönüştürmektedir.

Devletçi, dinci, milliyetçi, cinsiyetçi ve bilimcilik gelişimiyle Kürt aklının bastırıldığını ve başkalarının aklıyla, tarihiyle, kavramıyla yaşandığı bilinmelidir. Bunların Tarihin derinliklerinde bastırılmış, kesintilere uğratılmış, dışlanmış ama asla yok edilememiş olan Kürt aklı, bugün yeniden tarih sahnesine çıkmaktadır. Bu, yalnızca bir halkın uyanışı değil, aynı zamanda Ortadoğu’nun tümüne öncülük edebilecek bir zihniyet devrimidir. Kürt aklı, ne Batı modernitesinin bireyci, milliyetçi, pozitivist aklına ne de Doğu’nun teokratik, ataerkil ve merkeziyetçi geleneklerine benzer. O, tarihsel sosyoloji ve siyaset anlayışına dayanan, ahlaki-toplumsal aklın yeniden inşasıdır.

Sayın Öcalan’ın öncülüğünde şekillenen paradigma, esasen bu bastırılmış komünal aklın yeniden diriltilmesidir. Sayın Öcalan’ın “xwebûn” kavramıyla işaret ettiği şey, sadece bireysel farkındalık değil, aynı zamanda kendi kolektif aklını yeniden inşa etme iradesidir. Bu irade, ne Batı’nın üniversalist aklının gölgesindedir, ne de Doğu’nun geleneksel sadakat düzeninin içindedir.

Sayın Öcalan’ın paradigması, Kürt halkını salt ulusal haklar temelinde konumlandırmaz. O, Kürt halkını etik, politik, örgütsel ve entelektüel olarak kendi aklını kuran bir özne haline getirir. Böylece “Kürt halkının haklarını geriye çekiyor” eleştirisinin ötesine geçilir, çünkü mesele artık hak değil, akıl ve varoluş meselesidir. Bu anlamda sayın Öcalan’ın paradigması, Alman, Fransız ve İngiliz akıllarına bedel bir Kürt aklı inşa etmektedir.

Kürt aklının dirilişi, sadece Kürt halkının özgürlüğü için değil, Ortadoğu halklarının tümü için bir çıkış yolu sunar. Çünkü bu coğrafyanın ortak yarası, bastırılmış ahlaki-toplumsal aklın yokluğudur. Bu boşluk, ulus-devletler, mezhepsel iktidarlar, erkek egemen sistemler ve piyasa aklıyla doldurulmuştur. Kürt aklı, bu zihinsel kuşatmaya karşı kolektif, ilişkisel ve etik temelli bir akıl türünü yeniden devreye sokar.

Demokratik konfederalizm, halk meclisleri, komünler, kadın özgürlük ideolojisi, ekolojik yaşam perspektifi ve çoğulcu toplumsal örgütlenme, bu yeni aklın somut biçimleridir. Bu model, bir “Kürt devleti” değil, bir zihniyet sistemidir. Ortadoğu’nun halkları bu sistemle, ne Batı sömürgeciliğine mahkûm olur ne de eski despotik geleneklere geri döner.

Kürt aklı, tarihin bastırılmış halklarının, kadınların, dışlanmış kimliklerin ve sömürülmüş sınıfların ortak komünal hafızası ile buluşmaktadır. Bu buluşma, eksen çağında başlayan, sonra bastırılan ahlaki-toplumsal diyalektiğin yeniden toplumsallaşmasıdır.

Bunun için gerekli olan şey, zihinsel bir devrimdir. Kürt aklı, yalnızca düşünce değil, yaşam biçimi, örgütlenme biçimi ve anlam kurma biçimidir. Bu, ne geçmişe dönüş ne de modernitenin taklidi, aksine tarihsellik içinde yeni bir sıçramadır.

Kürt halkının yaşadığı en büyük tarihsel trajedi, yalnızca fiziki bir işgalin değil, zihinsel bir bastırılmışlığın sonucu olarak şekillenmiştir. Toprağın kaybından daha derin olan, hakikatin kaybıdır. Bu kayıp, başkasının tarihini kendi tarihi sanmak, başkasının kavramlarını kendi gerçekliği zannetmek, başkasının aklını kendi düşüncesi gibi benimsemek şeklinde tezahür etmiştir. Kürtler, uzun bir süre boyunca kendi aklıyla değil, başkalarının ürettiği düşünce sistemleriyle düşünmek zorunda bırakılmıştır. Bu, sadece bir kültürel asimilasyon değil, ontolojik bir inkârdır. Bu gün çok farklı alanlarda gelişen özel savaş türü saldırılar, dogmatik düşünsel eleştiriler, dar milliyetçi söylemler, başkasının aklıyla düşünme, kavramsal ezberlerle başkasının düşün dünyasının yan etkileridir.

Kürt aklı, bu söylemlerin aşılmasıdır. Sadece düşünsel bir bilinç değil, tarihsel, toplumsal, etik ve ontolojik bir diriliştir. Bu akıl, anlamın, ilişkinin, hakikatin ve özgürlüğün içkin bir tarzda yeniden inşasıdır. Kürt aklı, kendi varlığını komünal bir çerçevede yeniden anlamlandırma cesaretidir. Kadın merkezli kültürel mirası, doğayla kurduğu uyumlu ilişkiyi, anlam ve etik temelinde inşa ettiği yaşam biçimini içselleştiren bir akıldır bu.

Her halk, kendi tarihsel deneyimleriyle bir akıl biçimi kurar. Alman aklı, Hegel ve Heidegger gibi düşünürlerle devlet aklını felsefileştirmiştir. Hegel devleti “aklın gerçekleşmesi” olarak yüceltirken, Heidegger Alman halkının varlık krizine ontolojik bir zemin aramıştır. Fransız aklı, Descartes ile rasyonalizme, Comte ile pozitivizme yaslanmıştır. İngiliz aklı ise Locke ve Hobbes’un pragmatizmine, Adam Smith’in ekonomi politiğine dayanır. Bu akıllar, modern kapitalist ulus-devletin ideolojik dayanaklarını üretmişlerdir. Her biri, sınıf, iktidar, erkeklik ve doğaya tahakküm üzerinden şekillenmiştir.

Alman, Fransız ve İngiliz akıllarının ortak noktası, ilişkiden yola çıkıp devlete varmasıdır. Hegel’in “devlet aklı” kavramı bunun en rafine örneğidir. Hegel’e göre akıl, kendi en yüksek formuna devlette ulaşır, yani çelişkiler, devlette “aşılır” ve “birlik” sentez sağlanır. Bu, felsefi dille çelişkinin negatifliğini ortadan kaldırma çabasıdır. Fransız pozitivizmi (Descartes, Comte) toplumu bilimle kodlarken çelişkiye yer bırakmaz. İngiliz pragmatizmi (Locke, Hobbes, Smith) mülkiyet ve güvenlik üzerinden toplumu tanımlar, çözümü devlete bağlar. Yani Batı’nın bütün bu akıl türleri, sonunda çelişkiyi tek yönlü bastıran devlet aklına bağlanır.

Devletin karakteri de budur, Çelişkileri dönüştürmek değil, bastırmak. Var oluşunun ontolojik gerekçesi budur. Devlet, toplumsal farklılıkları “tehlike” görür, onları dondurur, bastırır, tek biçimliliğe zorlar. Çelişkiyi bir üretkenlik değil, bir tehdit gibi algılar. Bu yüzden devlet aklı, doğası gereği dondurucu ve bastırıcıdır.

Sayın Öcalan’ın  ve Kürt aklının çizgisi ise tam tersidir. Sayın Öcalan Hegel’in devleti yerine komünal ilişkiden başlar ve oradan demokratik konfederalizme ulaşır. Yani ilişkiden başlar demokratik kon federalizmle çelişkiler yaşanmasına ve dönüşmesine öncülük eder. Burada çelişkiler bastırılmaz, yaşanarak, tartışılarak, dönüşerek toplumun kendini yeniden kurmasının zemini olur. Bu akıl, devletin bastırdığı çelişkileri örgütlü bir etik-politik toplumsallıkla yeniden üretken hale getirir.

Kürt aklı böylece yalnızca devlete karşı değil, aynı zamanda devlet aklının epistemolojisine karşıdır. O, komünal ilişkisel akıldır. Çelişkiyi sapma değil, yaşamın diyalektiği olarak görür. Çelişkileri bastırarak değil, ilişkisel örgütlenmeyle dönüştürerek toplumun hakikatini görünür kılar. Bu yüzden sayın Öcalan, hegelin devlet formu yerine, komünal sistemle çelişkilerin dönüşümünü esas alır.

Bu nokta, Kürt aklının komünle başlamasının aslında çelişkilerin dönüştürülebilirliğine dayalı bir sistem kurma iradesi olduğunu gösterir. Bu, sadece bir yönetim biçimi değil, bir zihniyet biçimidir. Devlet aklı, çelişkiyi dondurarak “sahte bir düzen” yaratır, komünal akıl ise çelişkiyi dönüştürerek “yaşayan bir hakikat” üretir.

Kürt aklı ise bu çizginin tam karşısında konumlanır. Sınıfçı değil, komünaldir. Devletçi değil, toplulukçudur. Cinsiyetçi değil, kadın merkezlidir. Bilimcilik adına doğayı nesneleştirmez, onunla ilişki kurar. Anlamı dışarda değil içeride, ilişkide, yaşamın kendisinde bulur. Bu akıl, kadim halkların kolektif hafızasının bir taşıyıcısıdır. Eksen Çağı’ndan Zerdüştlüğe, Sokratik düşünceden Mani’ye kadar uzanan tüm etik-toplumsal arayışlar, Kürt aklının tarihsel damarlarıdır.

Bu noktada Sayın Öcalan’ın yaptığı kurucu kopuş özel bir tarihsel önemdedir. Kürt tarihini sınıf kavramıyla değil, komün kavramıyla okumak, üretim tarzı yerine ilişki tarzını merkeze koymak, iktidar analizleri yerine topluluk ve etik analizlerini geliştirmek, tüm bu yönleriyle klasik sol ve batı düşüncesinden paradigmatik bir kopuşu temsil eder. Sayın Öcalan  sadece siyasal bir önder değil, Kürt aklının tarihsel inşacısıdır.

Bu bağlamda, “xwebûn” kavramı yalnızca bireysel farkındalık değil, tarihsel ve kolektif bir zihinsel devrimdir. Kürt aklı, artık başkasının elemanı, başkasının askeri, başkasının ideolojisinin taşıyıcısı değil, kendi tarihinin, kendi ahlakının, kendi felsefesinin ve kendi örgütlülüğünün kurucu öznesidir.

Bugün Ortadoğu’da yaşanan kriz, sadece siyasi bir kriz değildir. Bu, akıl biçimlerinin çatışmasıdır. Devletçi, pozitivist, cinsiyetçi, parçalı akıllar çökmektedir. Kürt aklı, bu çöküş çağında yeni bir etik, politik ve toplumsal yaşam modeli sunmaktadır. Demokratik modernite, bu aklın kurucu projesidir. Bu nedenle, Kürt aklı sadece Kürtler için değil, Ortadoğu halkları ve tüm insanlık için özgürlükçü bir alternatiftir.

Sonuç olarak, Kürt aklı tartışması, yalnızca bir halkın bastırılmış hafızasının yeniden inşası değildir. Bu akıl, modern devletçi, sınıfçı, cinsiyetçi ve pozitivist akıl türlerinin yarattığı epistemolojik kapanı aşan bir özgürlük imkânını işaret eder. Tarih boyunca Göbeklitepe’den Sümer’e, Zerdüştlükten Sokrates’e, İslam’ın ilk ümmet yapısından Rönesans kent komünlerine kadar uzanan her bastırma ve yeniden doğuş, Kürt aklının sürekliliğini kanıtlamaktadır.

Bugün Sayın Öcalan’ın paradigmasıyla kavramsallaşan Kürt aklı, yalnızca etnik ya da ulusal bir bilinç değildir. O, ilişkisel bilgiye, komünal örgütlenmeye, etik-politik toplumsallığa dayalı bir akıl türüdür. Bu yönüyle Kürt aklı, Alman, Fransız ve İngiliz akıllarının devletçi bastırmalarına karşı, Habermas’ın iletişimsel aklı, Polanyi’nin gömülü ekonomisi, Clastres’in devletsiz toplumları, Castoriadis’in özyönetimi ve Hardt–Negri’nin çokluğu ile evrensel ölçekte konuşabilecek bir karşı-paradigma geliştirmektedir.

Dolayısıyla Kürt aklı, yalnızca Kürt halkının özgürlük bilinci değil, aynı zamanda insanlığın yeni bir zihniyet devrimidir. Çelişkileri bastırmak yerine dönüştüren, doğayı nesneleştirmek yerine ilişkiye katan, toplumu parçalamak yerine komünal bağlarla yeniden kuran bir akıldır bu. Batı modernitesinin araçsal rasyonalizmine de, Doğu’nun teokratik merkeziyetçiliğine de alternatif bir yol olarak belirmektedir.

Bu nedenle, Kürt aklı yalnızca Kürtler için değil, Ortadoğu halkları ve bütün insanlık için bir ön açıcı güçtür. Tarih boyunca ertelenmiş, bastırılmış, unutulmaya zorlanmış olan komünal aklın yeniden hatırlanması, bugünün kriz çağında yeni bir uygarlık perspektifinin temel taşıdır. Kürt aklı, demokratik moderniteyle birleşerek, çelişkilerden korkmayan, onları yaşayan ve dönüştüren bir hakikat arayışını insanlığın ortak geleceğine taşımaktadır.

 

 

Related Articles

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Check Also
Close
Back to top button