makale

Judenrat  gerçeği ve sömürgeciliğin ötesi, Kürt iç Çöküşüyle yüzleşme.

KÜRT GERÇEKLİĞİNE BİR KAVRAMSAL MÜDAHALE

 

 

 

 

Rêber Apo’nun 12. PKK Kongresi’ne gönderdiği perspektif Rêber Apo’nun PKK 12. Kongresi’ne gönderdiği ve Serxwebûn’da yayınlanan perspektifi olduğu gibi yayınlıyoruz.

HAKKI TEKİN

Kürt halkı yüzyıllardır inkâr, asimilasyon ve imha politikalarına karşı direnmeye çalıştı. Onun yeni yüzyılı, daha inceltilmiş, daha sinsi ama daha kurumsal bir sömürgecilikle Kürtleri yüzleştirdi. Bu baskıyı dağıtmak için hep “sömürgecilik” yöntemine başvurduk. Elbette bu kavramsal olarak önemliydi. Ancak ilerleyen saatlerde henüz başlamamaya başladı. Çünkü fırsatlar sadece dışsal bir egemenlik değil, içsel bir çözülmemişti. Direniş bastırılmıyor, hücresinin emiliyordu. Özgürlük bastırılmıyor, içindekiler yeniden biçimlendiriliyordu. Tam da burada esnek bir müdahaleye ihtiyaç vardı. İşte bu müdahaleyi Önder Apo yaptı ve çağımızın en sarsıcı teşhislerinden birini koydu, Judenratlaşma.

Bu kavram ilk bakışta keskin ve rahatsız edicidir. Çünkü doğrudan Yahudi soykırımına gönderme yapar. Nazi Almanyasında Yahudilerin içinden seçilen “konseyler”, halkın kendi özgürlüğe kavuşmuş, malını devretmiş, bazen gaz odalarına gidecek listeleri hazırlanmışlardı. Hepsinin kendi kendine özgü bir parçasıydı. Ama fiilen imha sistemi içerideki taşıyıcılarıydı. Bu tablo örneği, Önderlik tarafından Kürtçe oluşan yapısal olarak çözülebilir hale getirilmek için kullanılmaktadır. Çünkü Kürt toplumunun yaşadığı engelleme ve imha politikaları, artık doğrudan devlet bölgeleri değil, içeride bulunan temsilciler, sözde aydınlar, kanaat tavsiyeleri, siyasetçiler ve kültürel figürler uzatılıyor.

Judenratlaşma yalnızca klasik işbirlikçiliği anlatmaz. Önder APO’ya göre bu kavram bir isim ya da konsey değil, bir zihniyet rejimidir. Yani mesele bir kişinin ne dediği, hangi kurumda olduğu ya da ne giysi giydiği değil, halkla nasıl bir bağ kurduğu, hangi işlevi yerine getirdiği, özgürlüğün çizgisini içeriden mi taşıdığı yoksa onu çarpıtarak mı bastırdığıdır. Bu yönüyle Judenratlık, bir bireyin ya da grubun değil, toplum içinde sistemin özelliklerini içselleştirmiş, düşünsel, duygusal, kültürel ve ahlaki olarak dış gücü içte temsil eden, niyet ve art niyetine bakılmaksızın kişilik biçimlerinin adıdır. Bundan dolayı özgürlük mücadelesinin bundan sonraki mücadele anlayışının en derin ve zorlu aşamasına girdiğini, sadece dış düşmanla değil,  iç çöküşle yüzleşme süreci olarak tanımlamak gerekir. Dolayısıyla Judenratlık bir zihniyet rejimidir, Kürt kişiliğini bu gerçeklik ölçüsünde yeniden çözümleme sürecine gireceği bir dönemdir.

Eskiden “sömürgeci kişilik” denince akla dış güce boyun eğen, ezik, kendine yabancılaşmış, ikircikli ve iradesiz birey gelirdi. Ama Önderlik bu çerçevenin dar olduğunu ve sömürgeciliğin sadece dışsal bir tahakküm değil, içte üretilen bir yaşam biçimi olduğunu vurguladı. Judenratlık tam da bu içselleşmiş çürümeye verilen isimdir. Artık mesele birini “hain” diye damgalamak değil, özgürlük iddiası taşıyan yapılar, kişiler ve ilişkilerin nasıl sistemin iç temsiline dönüştüğünü açığa çıkarmaktır.

Bugün bu zihniyet yalnızca siyasette değil, kültürde, akademide, sivil toplumda, sanatta, medyada ve hatta devrim alanlarında bile yaygınlık kazanmıştır. Direnişin adı var ama özü zayıftır. Temsil vardır ama halkla bağ kopuktur. Güzel konuşan çoktur ama gerekenin yapılması azdır. Mücadelenin özü değil, şekli, konumu ve görünürlüğü kutsanır. İşte Judenratlık bu ortamda kök salan, sistemin içteki diliyle konuşan ama halkın özgürlük damarlarını kesen yapıdır.

Bu yazı, kavramı tarihsel kökeninden güncel Kürt gerçekliğine kadar bütün yönleriyle ele alan, sadece kavramsal değil, ideolojik ve toplumsal bir yüzleşmedir. Judenratlaşma bir etiket değil, bir işlev tanımıdır. Kimlikler değil, pratikler belirleyicidir. Sorgulama kimin ne dediğiyle değil, ne yaptığıyla başlamalıdır. Çünkü bugün Kürt halkı için en büyük tehdit, dış düşman kadar, içteki temsil kisvesiyle yaşanan ideolojik tasfiye biçimleridir.

Judenratlık sadece bir örgütsel konum değil, zihinsel bir kapanma halidir. Önder Apo’nun çözümlemelerine göre Kürt toplumu, uzun süredir determinist bir yaşama biçimine mahkûm edilmiştir. Sorun determinizmi bilip bilmeme değildir, onun davranış ve yaşam tarzıyla yaşama şeklidir. Bu determinizm yalnızca felsefi düzeyde değil, günlük yaşamda da bir edilgenlik, bir bekleyiş, bir kendine yapılmasını isteme hali olarak ortaya çıkar. Kişi iradesini devreye sokmaz, yukarıdan geleni tekrar eder, yukardan bekler içselleştirir ve taklit eder. Bu zihinsel kapanma, Judenratlaşma zemininin en verimli toprağıdır.

Bu nedenle Judenrat kişiliği sadece işbirlikçi değildir, bir zihniyet ve yaşam biçimidir. Kendi adına düşünmeyen, yapmayan, risk almayan, ama sistemin ona verdiği alanda hareket ederek halk adına görünmeye çalışan kişiliktir. Önderlik bu yapıyı tanımlarken üç düzeyli bir zihniyet şeması sunar, Alt Beyin – hayatta kalma güdüsü, korku, teslimiyet, Orta Beyin – taklit, aidiyet, güce yönelme, Üst Beyin – anlam, özgürlük, ahlaki-politik karar. Önder APO’ya göre Kürt kişiliği, sömürgeciliğin etkisiyle genellikle alt ve orta beyin düzeyinde sıkıştırılmıştır. Özgürlükçü eylem ve karar kapasitesi yani üst zihin, ya bastırılmış ya da dışlanmıştır. Bu yüzden halkın içinden çıkan ama sistemin söylemiyle konuşan birçok figür, kendi iradesiyle değil, içselleştirilmiş dış tahakkümün diliyle hareket eder.

 

Bu nedenle Judenratlaşmaya karşı mücadele sadece örgütsel temizlik değil, zihinsel devrimdir. Yani mesele yalnızca “kim hain?” sorusu değildir. Asıl soru şudur, “Ben kendi hakikatimle mi yaşıyorum, yoksa bana ezberletilenle mi?” Bu soru olmadan hiçbir toplumsal diriliş gerçek olmayacaktır.

Bu yazı, sadece kavramsal bir tartışma değil, aynı zamanda tarihsel bir iç yüzleşme ve kendin olma yönüdür. Judenratlık bir unvan ve kimlik değil, bir işlevdir. Kimin neyi temsil ettiği değil, hangi işlevi gördüğü belirleyicidir. Kürt halkı özgürleşmek istiyorsa, yalnızca dış düşmanla değil, içteki sahte temsilcilerle de hesaplaşmak zorundadır. Çünkü en sinsi bastırma, halkın diliyle, halkın adına, halkın içinden yapılandır.

JUDENRAT’IN TARİHSEL KÖKENİ VE NAZİ SİSTEMİNDEKİ ROLÜ

  1. yüzyılın en karanlık dönemlerinden biri olan Nazi Almanya’sı, yalnızca fiziksel yok etme değil, ahlaki ve zihinsel çökertmeyi esas alan bir soykırım rejimi kurdu. Bu rejimin en sarsıcı unsurlarından biri, kurbanı kendi elleriyle bastıran bir yapı oluşturmasıydı, Judenrat.

“Judenrat” kelimesi Almanca ’da “Yahudi Konseyi” anlamına gelir. 1939’dan itibaren özellikle Polonya, Litvanya, Macaristan, Ukrayna gibi işgal altındaki bölgelerde Nazi rejimi tarafından oluşturulan bu konseyler, Yahudi toplumunun içinden seçilen “saygın” figürlerden, hahamlar, tüccarlar, avukatlar, yazarlar, oluşuyordu. Yani rejim, “yönetim” görevini bizzat halka devretmiş gibi yaparak meşruiyet inşa etmeye çalışıyordu. Fakat bu meşruiyet halkın değil, imhanın lehine çalıştı.

Naziler, bu konseyler aracılığıyla, Gettolarda yaşamı denetim altına aldı, Yahudileri sistematik biçimde kayda geçirdi, Mallarını ve özgürlüklerini devlete devrettirdi, Sürgün ve yok edilme listelerini bizzat konsey üyelerine hazırlattı.

Konsey üyeleri çoğu zaman, “ailemi kurtarırım”, “birkaç gün daha yaşarım”, “daha az kişi ölür” gibi duygusal ve trajik gerekçelerle bu rolleri üstlendiler. Ama nesnel işlevleri, soykırımın içeriden taşıyıcısı olmaktı. İmha politikaları dışarıdan değil, içeriden, halkın kendi temsilcileri eliyle yürütüldü.

En travma tik örneklerden biri, kurbanların gaz odalarına götürülmeden önce, “banyoya gidiyorsunuz” denilerek kandırılmasıdır. Bu sözleri söyleyen bizzat Judenrat üyeleriydi. Yani halkı hem moral olarak hazırlayan hem de fizikken yönlendiren kişiler, kendi içlerinden çıkmış “temsilcilerdi”.

Bu aldatmaca, bir soykırımın yalnızca şiddetle değil, içsel psikolojik çözülmeyle nasıl yürütüldüğünü gösterir. Savaş sonrası dönemde Judenratlar, Yahudi entelijansiyası (aydınlar topluluğu) ve halkı içinde büyük etik tartışmalara konu oldu. Kimileri bu kişileri “çaresiz” olarak tanımladı. Ancak düşünür Hannah Arendt, Raul Hilberg ve Primo Levi gibi isimler Judenratların rolünü çok daha derinlikli tartıştılar.

Arendt’e göre Judenratlar,

“Soykırımı kolaylaştıran, halkın içindeki yıkımı normalleştiren ve imha mekanizmasına ahlaki bir kılıf giydiren iç uzantılardı.”

Yani Judenratlık, yalnızca fiziksel değil, tarihsel ve ahlaki bir kopuştu. Bu kopuşun sonucu, halkın direnme refleksini içeriden eritmesi oldu. Direniş, dış düşmana karşı değil, içerideki “temsil” maskesiyle bastırıldı.

Bu yapılar hiçbir zaman yalnızca bir “kurul” veya “büro” olmadı. Judenrat bir ünvan değil, bir işlev, bir zihniyet biçimiydi. Bu yüzden zamanla kavram, Nazi döneminin ötesine taşındı. Bugün, halkların içinde örgütlenmiş, görünürde temsil eden ama özde bastıran tüm yapılar için bir teşhis aracı haline geldi.

Judenratlaşma, Zihniyet Rejimi Olarak İç Çöküş Biçimi

Judenratlık, tarihsel olarak bir konseyin adıydı ama anlamı bundan çok daha derin ve yaygın bir yapıya işaret eder. Çünkü burada mesele sadece kimlerin, hangi kurumun ne yaptığı değil, bu işleyişin nasıl bir zihniyet rejimine dönüştüğüdür. Nazi Almanya’sında görüldüğü gibi, Judenrat sisteminin en temel işlevi, halkın bastırılmasını içeriden kendi adına, kendi diliyle ve kendi temsili yetiyle gerçekleştirmesidir. Bu noktada Judenratlık, yalnızca bir dönemsel olgu değil, halklara karşı geliştirilen tüm modern imha sistemlerinin iç işleyişini tanımlayan evrensel bir kavram haline gelir.

İçeriden çürütme, dışarıdan zorlamaktan çok daha etkilidir. Dış baskıya karşı halk zamanla tepki verir, direnme refleksi gelişir. Ama içeriden gelen çözülme sessizdir, sinsidir, kanıksatıcıdır. Direniş enerjisini tüketir, umutları kontrol altına alır, duyguları yeniden biçimlendirir. Dış sömürgeci “inkâr ederken” görünürdür. Ama içteki Judenrat, “temsil ediyor gibi” görünerek özgürlüğün damarlarını keser. Bu nedenle, Judenratlaşma bir örgütlenme biçimi değil, bir iç rejimdir. Bir işlevsellik ve konumlanış biçimidir. Hatta daha doğrusu, bir ruhsal iktidar alanıdır.

Kürt toplumu özelinde bu durum çok daha belirgin ve dramatiktir. Çünkü Kürtler bir asrı aşkın süredir bastırılmakla kalmadılar, aynı zamanda kendi içlerinden bastırıldılar. Direnişi temsil ettiğini iddia eden yapıların büyük bir kısmı zamanla teslimiyetin, statükonun ve sistem içi konforun taşıyıcısı haline geldi. Kimi zaman aşiretçilikle, kimi zaman aileci siyasetle, kimi zaman geçmiş  mirası adına,  kimi zaman siyasi temsille, kimi zaman cemaat ve tarikatlarla, kimi zaman din ve dil kardeşliğiyle, kimi zaman mağduriyetlerle, kimi zaman STK maskesiyle, kimi zaman kürtlük havasıyla,  kimi zaman ise “ulusal birlik” sloganlarıyla bu zihniyet yeniden üretildi. Özellikle halkın özgürlük duygusunun en güçlü olduğu anlarda, bu Judenrat zihniyeti harekete geçti. Rolü açıktı, halkı temsil etmek değil, halkı sistemin içine çekmek.

Bugün bu iç tahakküm yapıları sadece siyasette değil, toplumun her alanında kendini göstermektedir. Sivil toplumda, sanat dünyasında, spor alanında, eğitimde, dijital medyada, akademilerde! Neredeyse her yerde, halk adına konuşan ama özgürlüğe düşman olan bir temsil sınıfı ve tabakası oluşmuştur. Bu tabakalaşmalar, halkın içinden görünür ama özünde sistemin yeniden üreticisi olarak işler. Sömürgeci düzenin en etkili aracı da budur artık, tankla değil, duyguyla bastırmak, copla değil, temsille yönetmek, inkârla değil, sahte onurla teslim almak.

Bu yapının asıl tehlikesi şudur, halkı halk olmaktan çıkarır. Kendi tarihsel iradesine yabancılaştırır. Bir tür ruhsuzluk üretir. Kendi adına konuşan, ama halkın iradesine karşı iş gören bu yapılar, Kürt halkının en temel sorununa dönüşmüştür. Bu nedenle, klasik anlamda sömürgecilik kavramı bu süreci açıklamaya yetmez. Çünkü sömürgecilik dışsaldır. Judenratlaşma ise içseldir. Derin ve kalıcı bir toplumsal çürümeye neden olur. Halkın duygusunu, zihnini, ahlakını ve geleceğe olan bağını zehirler.

Bugün her Kürt bireyinin sorması gereken soru şudur, “Ben kimin adına konuşuyorum ve kimin işini görüyorum?” Bu soru, özgürlükle teslimiyetin, direnişle işbirliğinin, temsil ile tahakkümün arasındaki çizgiyi açığa çıkarır. Çünkü özgürlük bir aidiyet meselesi değil, bir işlev meselesidir. “Kürdüm” demek yetmez, Kürt halkının özgürlük çizgisine hizmet edip etmediğin belirleyicidir.

O halde Judenratlaşmayla mücadele, yalnızca ideolojik bir çerçeve değil, varoluşsal bir çağrıdır. Kimliğe, pozisyona, şekle değil, işlevselliğe ve halk gerçekliğine göre saf tutma çağrısıdır. Bu çağrı, yalnızca dış düşmana karşı değil, içteki çürümüşlüğe karşı da bir direnişi zorunlu kılar.

GÜNEY KÜRDİSTAN’DA JUDENRATLAŞMANIN KURUMSALLAŞMASI.

Güney Kürdistan’da bugün “Kürt ulusal hareketi” adına konuşan yapıların büyük bölümü, halkın gerçek özgürlük taleplerini temsil etmekten çok uzaktadır. Barzani ailesi ve çevresinde kurumsallaşan KDP (Kürdistan Demokrat Partisi) geleneği, başlangıçta bir halk hareketi olarak ortaya çıkmış olsa da, zamanla kendi içinde evrilmiş, sistemle bütünleşmiş ve sonunda sömürge düzeninin içerideki taşıyıcısı haline gelmiştir. Bu yapı, yalnızca bir siyasal akım değil, bir zihniyet rejimidir. Ve işlevi tam anlamıyla judenratlaşma biçimindedir.

Barzani ailesinin son yüzyıldaki rolü, artık klasik anlamda bir işbirlikçi değil, judenratlaşmanın Ortadoğu’daki Kürt ayağıdır. Tıpkı Nazi Almanya’sında Yahudi halkının içinden seçilen Judenrat konseylerinin, kendi halklarını daha az acı çektirmek adına sistemin imha mekanizmasına etmeleri gibi, Barzani çizgisi de Kürt halkının en diri, en öncü damarlarını diplomasi, denge, statü adı altında sistemin önüne vermiştir. Kendisine şöyle bir görev verilmiştir, ‘ailen yaşayacak, ama bunun karşılığında halkının öncülerini ya içeride eritecek, ya da eritilemiyorsa tasfiye edeceksin’ bu görev bu güne dek sayısız Kürt yurtseverleri, önderleri komployla, kazayla, iç çatışmayla ortadan kaldırmasıyla yerine getirildi.

Barzani ailesi PKK’ye ve Önder APO’ya karşı ise bu işlevi gerçekleştiremedi, çünkü bu çizgi, Judenratlık mekanizmasını deşifre etti, rolünü açığa çıkardı ve sistemin onu kullanmasına izin vermedi. Bugün Türk devletinin Güney Kürdistan dağlarına 30 yıldır yerleşebilmesinin, PKK’ye karşı kapsamlı savaş yürütebilmesinin zemini, bu zihniyetin açtığı diplomatik ve lojistik kapılardır. Barzani ailesi, Türk devletiyle stratejik işbirlikleri, sınır kapılarının açılması, dağların bombalanması, kandilin kuşattırılması hep bu işlevselliğin bir parçasıdır. Judenratlaşma artık yalnızca bir zihniyet değil, stratejik bir operasyon biçimidir.

Barzani ailesi ve uzantılarının çizgisi, yalnızca sınırları açmakla kalmıyor, dünya kamuoyuna ‘kuzeylidirler, burada ne işleri var’ algısıyla toplumları hem yönlendiriyor hem de  katliamı meşrulaştırıyor. Kürt toplumunu ise, ‘statü geliyor, sabredin’ diyerek teslimiyet psikolojisine sokuyor. Bu hem fiziksel hem de zihinsel bir gaz odasıdır.

İşin en trajik yanı ise, Önderlik Türk devletiyle eşit iradeye dayalı onurlu  bir barış ve çözüm çağrısı yaptığında, bu zihniyetin tüm yapıları, sosyal medya trolleri halkı kandırmak için seferber olmakta, barış isteyen Önderliği “teslimiyetçi”, Barzani çizgisini ise “direnişçi”  ABD- İsrail varlığını ise, kurtarıcı göstermeye çalışmaktadır. Bu artık yalnızca politik bir çarpıtma değil, toplumsal bilinçte bir çözülme, ahlaki bir felç halidir. Öyle ki, buna inananlar bile var. Belki de bu yüzden, Judenratlaşmayı anlamadan ne Kürt özgürlük sorununu çözülebilir, ne Kürt sosyolojisi anlaşılabilir, ne de bugün yaşadığımız tarihsel çürümeyi.

Barzanicilik, özgürlük düşüncesini sahipleniyor görünür, ama bu düşünceyi, devletler arası diplomasiye, petrol anlaşmalarına ve ailevi iktidara tahvil eder. Halkın tarihsel direniş mirasını konuşur ama bu mirası sistemin içine çekmek için kullanır. PKK’ye yönelik düşmanlık, yalnızca bir ideolojik farklılık değildir. Bu düşmanlık, sömürge düzeninin işleyişine çomak sokan her güce karşı refleks haline gelmiştir. Çünkü PKK, halkın tabanına, direniş damarına, kadınlara ve gençliğe seslenir, oysa Barzanici yapılar, (dört parça kürdistanda var) halkı temsil değil yönlendirme makamında görmek ister.

En tehlikeli olan da budur, halkın adına konuşmak ama halkın ruhuna düşman olmak. Barzaniciliğin bugün geldiği yer budur. Sömürgeci düzenin güvenlik ihtiyaçlarını karşılayan, Türkiye’nin askeri operasyonlarını meşrulaştıran, halkı PKK’ye karşı kışkırtan ama bunu “Kürdistan” adına, yurtseverlik adına  yapan bir yapı. Bu klasik işbirlikçilikten farklıdır. Çünkü burada sömürgeci güç konuşmuyor, Kürtçe konuşan, Kürt giysileri giyen ama Türk devletinin politikalarını taşıyan Judenrat  konseyi konuşuyor.

Güney’de kurulan bu yapı, yalnızca siyasi alanı değil, ticareti, medyayı, eğitimi, kültürü, sporu ve hatta dini kontrol altında tutmaktadır. Halkın direniş duygusu, seçimlerde, parti mitinglerinde ya da mezhepsel kutlamalarda sistem içi bir ritüele dönüştürülmektedir. Halkı kürtlük, yurtseverlik adına, fiziki ve moralmen hazırlayıp  gaz odalarını’nın  izdüşümü olan sistem içileşme potasında eriten Judenrat rolü oynatmaktadır.  Dolayısıyla Ailecilik hâlâ ana örgütlenme biçimi olarak korunmakta, kadın ve gençlik ise büyük ölçüde denetim altına alınmaktadır.  Judenratlaşma artık zihinsel değil, sosyolojik bir forma bürünmüştür.

Barzanicilikte “birkaç gün daha yaşamak”, “halkı korumak için devletlerle anlaşmak”, “reel politika gereği uzlaşmak” gibi gerekçeler, tıpkı Nazi dönemindeki Judenrat üyelerinin kullandığı gerekçelere benzer şekilde işlev görür. Ama nihayetinde bu politikalar, halkı bastırır, mücadeleyi zayıflatır ve sistemi içeriden tahkim eder. En sarsıcı olan, halkın bu yapıya hâlâ büyük oranda bağlılık duymasıdır. Çünkü bu yapı halkın dilini, sembollerini, tarihini, kıyafetlerini  ve acılarını kendi meşruiyeti için kullanmaktadır. Tam da bu noktada ahlaki-politik toplum çözülmeye başlar.

Bugün Judenratlaşma konseyleri gibi Güney’deki birçok medya kuruluşu, eğitim kurumu, cami kürsüsü, TV ekranı ve kültür kurumu, halkı direnişten uzaklaştıran, sorgulamayı unutturan, bağlılığı aile sadakatine çeviren bir işlev görmektedir. Direnişin dili, aidiyetin diliyle değiştirilmektedir. Faik Bucak gibi, Sait Kırmızı Toprak gibi yurtseverlerin sesi susturulmuş, yerlerine petrol bakanları, diplomatlar ve neoliberal elitler geçirilmiştir. Bu, Judenratlaşmanın artık yalnızca bir zihniyet değil, bir rejim halini aldığını gösterir.

Bu nedenle Güney Kürdistan’da özgürlükçü direniş sadece Türk askerine ya da Bağdat yönetimine karşı değil, Barzanici aile  tahakküm rejimine, onun içteki çürütücü etkilerine karşı da verilmelidir. Halkın kendi içindeki bu sahte temsile karşı ayağa kalkması, gerçek direnişin başlangıcıdır. Çünkü özgürlük dışarıdan dayatılan zincirin kırılmasıyla değil, içerideki sahte anahtarların atılmasıyla başlar.

KUZEY KÜRDİSTAN’DA JUDENRATLAŞMA RİSKİ, TEMSİLİYET, SINIRLILIK VE İDEOLOJİK BULANIKLIK

Kuzey Kürdistan’da halkın tarihsel direnişi, hem silahlı hem de demokratik zeminde ağır bedellerle inşa edildi. 1990’lardan itibaren gelişen legal siyaset hattı, halkın iradesini Meclis’e taşıma, ulusal kimliği görünür kılma ve çözüm yollarını demokratik kanallardan arama iradesinin ürünüdür. HDP çizgisi, bu tarihsel halk hareketinin önemli bir uzantısıdır ve Kürt halkının yurtsever-demokrat değerleriyle yoğrulmuştur.

Ancak bu kurumsal çerçevenin içinde zamanla ortaya çıkan eğilimler ve yönelimler, temsil gücünü zayıflatan, halkın özgürlük talebini sistem içi normlara çeken ve direniş dilini gevşeten bir eğilimi de beraberinde getirmiştir. Burada eleştirilmesi gereken HDP’nin kendisi değil, bu çatı altında gelişen ideolojik bulanıklık, özgürlükten kopuk bireysel pozisyonlar ve temsilin halkın yerine geçmesi gibi sorunlardır.

Legal siyasetin doğası gereği devletin tanıdığı sınırlarla çevrili olması bir gerçektir. Bu sınırlar içinde verilen mücadele değerlidir. Ancak zamanla bazı eğilimler bu sınırların ötesini zorlamak yerine, bu sınırlarda konfor bulan, eleştirisiz, halktan kopuk, pasif temsil pratikleri üretmeye başlamıştır. Bu da halkın beklentisini içe çeken, enerjisini zayıflatan bir etki yaratmıştır.

Özellikle halkın öz savunma hakkı, kadın özgürlük çizgisi, radikal demokrasi gibi temel başlıkların bazı çevrelerde gündem dışı bırakılması, temsilin özgürlükle karıştırılmasına yol açmıştır. Bugün HDP çevresinde çok sayıda yurtsever, özgürlükçü ve bedel ödemiş insan bulunmakla birlikte, aynı çatı altında halktan kopmuş, temsiliyeti kişisel statüye dönüştürmüş, özgürlük çizgisinden uzak bireylerin de etkili olması, ciddi bir çelişki yaratmaktadır.

Bu çelişki, Judenratlaşma kavramıyla bire bir örtüşmese de, onun zihniyet biçimini çağrıştıran bir iç pasifizasyon eğilimini ortaya koymaktadır. Yani halkın enerjisini içeride düzenleyen, dışa değil içe kanalize eden bir yönelim. Bu durum, temsilin sahici direnişin yerine geçmesine, özgürlük düşüncesinin soyut, ertelenmiş ve profesyonel bir dile sıkışmasına neden olmaktadır.

Bu nedenle burada yapılması gereken, kurumu değil, kurumun içinde gelişen, bunu sistemiçileştiren,  halktan uzak, statüye yakın, sistem içi yönelimleri ayıklamak ve özgürlük çizgisiyle netleştirmektir. Çünkü legal mücadele değerli olduğu kadar, iç çöküşe de açıktır. Bu çöküşün önüne geçmenin yolu, her alanda olduğu gibi burada da ideolojik netlik, örgütsel öz eleştiri ve halkla bağın sahileştirilmesidir.

AVRUPA DİASPORASINDA JUDENRATLAŞMANIN YUMUŞAK YÜZÜ

Avrupa’da yaşayan Kürt toplumu, uzun yıllardır hem politik sürgünlerin hem de ekonomik göçlerin oluşturduğu çok kapsamlı bir halk gerçeğidir. Bu topluluk, 1980’lerden itibaren Türkiye’nin baskı politikalarından kaçan aydınlar, sanatçılar, devrimciler ve yurtseverler aracılığıyla ciddi bir direniş hafızası geliştirmiştir. Avrupa’daki meydanlar, salonlar, sığınma kampları ve mahkeme koridorları bir dönem Kürt halkının özgürlük arayışının mekânları olmuştu. Ancak zamanla bu alanda da derin bir dönüşüm yaşandı, Direnişin dili yerini temsili yete, halkın siyaseti yerini diplomatik statü arayışına, örgütsel dayanışma ise yerini bireysel görünürlük çabasına bıraktı.

Bugün Avrupa Kürt diasporasında, özellikle kültürel çevrelerde ve bazı siyasal temsil alanlarında halktan kopuk, sistemle uyumlu, mücadeleyi kişisel çıkar ya da prestij düzeyinde sürdüren ciddi bir kesim oluşmuştur. Bu kesimin en belirgin özelliği, Kürt halkı adına konuşma iddiasında bulunması ama Kürt halkının gerçek sorunlarıyla yüzleşmemesidir. Uluslararası kurumlarda, yerel belediyelerde, kültür merkezlerinde, medyada veya sivil toplum platformlarında Kürt kimliğiyle temsil edilen bu aktörlerin bir kısmı, halkın özgürlük çizgisine değil, Avrupa’nın liberal normlarına uyum sağlamaya yönelmiştir.

Bu noktada Judenratlaşma, klasik anlamıyla bir ihanet veya işbirlikçilik değil, daha rafine, daha modern, daha “uygar” bir biçimde işler. Yani bu temsilciler doğrudan halkı bastırmaz, ama halkın öfkesini ehlileştirir, direnişin dilini yumuşatır, özgürlük kavramını kültürel entegre projelere dönüştürür

Özellikle medya alanında bu durum daha da net görülür. Avrupa’daki bazı Kürt medya organları ve dijital yayınlar, büyük emek ve çaba içerisinde de olsalar, yaratıcı kılamadılar ve üretemediler. Kürt halkının duygusuna hitap etiler ama bilincini geliştirmediler, eğitim akademilerine dönüşemediler.

Bu Judenratlaşma biçimi, artık Avrupa’da halkın zihinsel sahnesini belirleyen temel yapıdır. Çünkü burada mücadele, tanklarla değil, kelimelerle bastırılır. Direniş, temsilin gölgesinde unutulur.

Ama her yerde olduğu gibi burada da ayrım şarttır. Avrupa’daki tüm diaspora yapıları aynı değildir. Hâlâ halkla bağını koruyan, yurtsever çizgiden sapmamış, direnişi Avrupa merkezli düşünce kalıplarına kurban etmeyen çok sayıda kişi, yapı ve kurum vardır. Ama mesele, bu temiz damarları kurutmaya çalışan ve özgürlük çizgisini içeriden bulanıklaştıran elitist, konformizm, ilkel milliyetçi ve liberal Kürtçü zihniyetin teşhir edilmesidir.

Judenratlık burada örgütsel bir form değil, dolaşımdaki bir ilişki biçimi, konumlanma tarzı ve temsilin içeriğinden boşaltılmasıdır. Ve en çok da halktan uzaklaşan, konforlu odalarda halk adına konuşan, mücadeleyi söylem alanında donduran tutumlarda somutlaşır.

ROJAVA VE İÇ SABOTAJ BİÇİMLERİ,  JUDENRATLAŞMANIN DEVRİM ALANINDAKİ YENİ YÜZLERİ

Rojava Devrimi, Kürt halkının yüzyıllardır süregelen direniş mirasının, Mezopotamya’nın kadim kültürel, ahlaki ve politik birikimiyle buluştuğu tarihsel bir kırılma noktasıdır. Bu devrim, sadece askeri ya da siyasi bir iktidar değişimi değil, kadın özgürlüğü, toplumsal özyönetim, ekolojik yaşam ve demokratik konfederalizm temelinde geliştirilen ahlaki-politik toplum paradigmasının somut ifadesidir. Ancak bu kadar köklü ve dönüştürücü bir mücadele yalnızca dışsal saldırılarla değil, daha sinsi ve tehlikeli olan içsel çözülme biçimleriyle, yani Judenratlaşmanın post-modern tezahürleriyle karşı karşıyadır.

Judenratlaşma artık klasik işbirlikçilik biçimlerinin çok ötesine geçmiştir. Kuşkusuz işbirlikçiliği, Judenratlaşma üzerinden sosyolojik düzeyde tarif etmek daha da anlamlaştı. Fakat judennratlaşma Kürt gerçekliğine ayna tutan bir çözümleme biçimidir. Dolayısıyla  Rojava ’da bu süreç, devrimi doğrudan hedef almaktan çok, onu içeriden dönüştürme, yumuşatma, evcilleştirme ve liberalleştirme şeklinde işlemektedir. Dış destekle içteki Judenrat temsilcisi olan KDP çizgisinin bölgeye ideolojik nüfuzu, Arap milliyetçiliğinin yeniden yapılandırılan devrim sahası üzerinde hegemonya kurma çabası ve özellikle uluslararası koalisyonun devrimci öz gücü bastıran “liberal normalize etme” stratejisi, bu içsel çözülmenin dışsal taşıyıcılarıdır.

Bu dış etkenlerin yanında, devrimin kendi içinden gelişen çeşitli zayıflatıcı dinamikler de dikkate değerdir. İktidarcılık, konformizm, koltuk ve temsil arayışı, devrimi ahlaki-politik düzeyden yönetimsel ve pozisyon el düzeye çekmektedir. Öz güç ve halk iradesinin öne çıkması gerekirken, “realizm” adına yapılan her taviz, devrimi şeklen ayakta tutarken ruhen çökertmektedir. Elde edilen imkânlar, devrimin kolektif karakteri yerine bireysel konfor ve güvenceye yöneltilmektedir. Dogmatizm, yüzeysellik, ezbercilik, halkın içsel gelişimini durduran zihniyet biçimleri olarak yaygınlık kazanmıştır.

Toplumsal devrim yerine kurumsal düzen, halkçı siyaset yerine bürokratik prosedür öne çıkarılmakta, ailecilik ve aşiretçilik üzerinden siyaset ve bürokrasiye giriş, halk iradesini yeniden hiyerarşik bir yapıya dönüştürmektedir. Memurculuk ve brokratizm, kendisini toplumun hizmetinde değil, üstünde gören bir zihniyeti doğurmuş, bu da devrimci özveri yerine mevki ve statü tutkusunu üretmiştir.

Öte yandan, ENKS ve benzeri işbirlikçi yapılarla gerçek bir ideolojik mücadele verilmemekte, bunlara karşı derinlikli eleştiri ve halkçı siyasal alternatif inşası zayıf kalmaktadır. Bu ise liberal, pragmatist ve sistem içi çözümlere açık bir  kapı üretmektedir.

Bu tablo, Judenratlaşmanın devrim alanındaki yeni yüzüdür. Yani içeride halkın adına konuşup halkın öz gücünü tasfiye eden, sistemin değerlerini içselleştirmiş, özgürlük iddiası taşısa da pratikte sistemle uyumlu yaşayan kişilik biçimlerinin yaygınlaşmasıdır.

Oysa Rojava, dış onayla değil, kadınların direnişi, gençliğin cesareti, halkın kolektif emeği ve Önderlik paradigmasının yol göstericiliğiyle var olmuştur. Bu nedenle, devrimi gerçekten savunmak, onun yalnızca görüntüsünü değil, ilkelerini, öz gücünü ve devrimci ahlakını savunmakla mümkündür.

DİJİTAL JUDENRATLAŞMA,  ALGI, KİMLİK VE ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE DERİN BİR YÜZLEŞME

Modern çağın jundenratları artık gettolarda değil, ekranlardadır. Eskiden halkın iradesini bastırmak için fiziki duvarlar, askeri yasaklar ve açık şiddet kullanılırdı. Bu gün ise bastırma, dijital platformlarda, aydın, yorumcu, analist, siyasetçi, akademisyen yada aktivist kisvesi altında gerçekleştirilir. Bu yeni tip Judenrat, sadece sistemin içsel temsilcisi değil, halkın kafasında şüphe, kararsızlık ve parçalanma üretmenin ustasıdır.

Judenratlaşma yalnızca klasik anlamda işbirlikçilik değildir, günümüzde daha karmaşık, daha ideolojik ve çok daha tehlikeli biçimlerde tezahür etmektedir. Özellikle dijital çağda, görünüşte Kürt, söylemde muhalif ama özüyle sistemin iç taşeronları olan bir kuşak “temsilci” tipi ortaya çıkmıştır. Bunlar artık tankla, topla gelmez. Mikrofonla, ekranla, yorumla gelir. Konfor içinde yaşayıp halkı savaşa çağıran bu figürler, halkın kolektif hafızasında ‘aydın’, ‘analist’, ‘Kürtçü’, ‘devrim dostu’ gibi kavramların içini boşaltan post-modern Judenrat’lardır.

Bu kişiler çoğunlukla Fransa’da, Almanya’da, İsveç’te, Ankara’da,  İstanbul’da, saraylarda ya da güney kürdistan ’da rahat koşullarda yaşarlar ama sosyal medya aracılığıyla kendilerini sanki halkın safında, hatta mücadelenin tam merkezindeymiş gibi sunarlar. Görünürde devrimcidirler ama özüyle gerillanın, halkın, kadının, emeğin düşmanıdırlar. Halkı hakikatle buluşturmazlar, şüpheye boğarlar. Gerçekleri söylemek yerine çarpıtarak sunar, her cümleye biraz hakikat, biraz kurgu karıştırırlar. Böylece kitleleri yönlendirir, zihinlere “acaba” tohumları ekerler.

Kimi zaman Önderlik hakkında yalan-yanlış bilgiler yayar, “Öcalan Ankara’ya geliyor”, “Öcalan telefonla Kandil’le görüştü” gibi temelsiz söylentilerle halkın zihnini karıştırırlar. Bu söylemlerde maksat, hakikati aramak değil, ilgiyi kendilerine çekmektir. Araya bir iki doğru cümle sıkıştırıp, kalanıyla bilinç çarpıtılır. Çünkü halkın güven arayışını manipüle etmek, dışa bağlılık duygusunu beslemek ve öz güce olan inancı kırmak Judenratlaşmanın dijital versiyonlarının temel amacıdır.

Bu kişiler hiçbir risk almazlar, mücadele içinde yaşamazlar ama dijital platformlarda sanki mücadeleyi onlar yürütüyormuş gibi davranırlar. Bu da Kürt halkında sahte bir bilinç üretir. Mücadele verenin değil, konuşanın haklı olduğu bir kültür yaratılır. Konuşanların çoğu sistemin onay verdiği alanda gezinir, ne çok radikal olurlar ne de tamamen düşman görünürler. İşte Judenratlaşmanın en tehlikeli hali budur, ne tam dost, ne açık düşman. Arada kalıp içeriden çürüten bir pozisyondur.

Özellikle uluslararası koalisyonların destekçiliği altında, liberalizmin diliyle konuşan çevreler Rojava gibi devrimci alanlara bile nüfuz etmiştir. Burada ihanet açık değil, ince biçimde, “destek” adı altında gerçekleşir. Kadın özgürlük çizgisi görünürlük aracına dönüştürülür ama kadının karar gücüne dokunulmaz. Komünal ekonomi anlatılır ama uygulamada kariyerizm egemen olur. Meclisler savunulur ama bürokrasi inşa edilir. Özgürlük söylemi kullanılır ama sistemin sınırlarında kalınır. Tüm bu çelişkiler, bir zihniyet rejimini, yani dijital Judenratlaşmayı tanımlar.

Bireysel konforu halkın iradesinin önüne koyan, halkı temsilen konuşup halkın öz örgütlenmesinden uzak duran her yaklaşım bu zihniyetin parçasıdır. Bu kişiler ekranlardan düşmeyerek görünürlük kazanır ama direnişin özüne katkı sunmazlar. Direnişi bir performansa, mücadeleyi bir temsil oyununa dönüştürürler. Gerçekten halkla yaşayan, fedakârlıkla direnen, emek veren kadrolar görünmez kılınır, onların yerine sözde yorumcular, analizciler ve sosyal medya kahramanları halkın önüne çıkarılır.

Bir diğer önemli biçim, Kürtçülük maskesi altında yürütülen ulus-devletçi yönelimdir. Kürdistan’ın kurulduğu, ABD’nin desteklediği, İsrail’in yardım ettiği gibi iddialarla halkın duyguları köpürtülür. Ancak yön sosyalizme, halk meclislerine, kadın devrimine, öz güce değil , doğrudan kapitalist modernitenin etnik partnerliğine evrilir. Bu tarz milliyetçilik, halkın öz gücünü küçümser, halkı demokratik konfederalizm çizgisinden uzaklaştırır, devlete eklemler. Tuhaf bir Kürt sosyolojisi tiplemesi gelişir, hem milliyetçidir hem de dışa kök olarak bağımlıdır.

Judenratlaşmanın dijital biçimleri sadece sistemsel değil, aynı zamanda kişisel ego performanslarıdır. Bugün sosyal medya birçok kişi için halkla buluşma değil, kendini pazarlama alanına dönmüştür. Beğeni ve takipçi uğruna mücadele estetize edilir, eylem yerini yorumculuğa bırakır. Egonun yükseldiği yerde kolektif olan bastırılır. Halkçı olan yerine entel vitrin, öz örgütlenme yerine panel ağları, özgürlükçü söylem yerine medya görünürlüğü geçer. Bunlar içsel tatminsizliğini halk üzerinde gideren, devrimin dilini çalıp sistemin propagandasını yapan bu dijital manipülatörlerdir. Bu, toplumsallığın içten içe çöküşüdür.

Bütün bu tabloyu anlamak için Judenrat kavramını yalnızca tarihsel bir referans olarak değil, Kürt halkının bugünkü içsel çöküşüne karşı kavramsal bir uyarı çanı olarak görmek gerekir. Judenratlık sadece bir kişinin kimliği değil, oynadığı işlevidir. Kürt halkı için bugün en büyük tehdit dış düşman kadar, içeride halk adına konuşan ama halkın iradesini sistemin çıkarına dönüştüren bu figürlerdir.

Bu nedenle dijital alanda yürüyen bu özel savaş biçimine karşı ideolojik donanım, kolektif bilinç, dayanışma disiplini ve halkla doğrudan bağın sağlanması esas olmalıdır. Aksi takdirde mücadele eden dışsal baskılardan değil, içsel olarak çözülmeden boğulur. Gerçekte, özgürlük artık yalnızca tank değil, mikrofonu da test etmeyi gerektiriyor. Gerçek Judenrat, halk adına konuşurken halkın teslimidir. Bu gerçeği tanımadan, hakikatin yolu açılamaz.

SONUÇ VE ÇIKIŞ, JUDENRATLAŞMAYA KARŞI AHLAKİ-POLİTİK DİRENİŞ VE DEMOKRATİK TOPLUMUN İNŞASI

Judenratlaşma, yalnızca bir gerçek anomali değil, modern sömürgeciliğin halklarının içindeki en derin ve yıkıcı biçimdir. Bu kişilerin, insanların bastırılması dışarıda değil, içeriden, temsil adına, uyum adına, kimlik sembolleri üzerinden kişilerin. En güçlü olanı, tankla değil, temsille gelir. En kalıcılığı, yeteneği değil, onayla işler. Bu nedenle Judenratlık, yalnızca ihanetin değil, özgürlük iddiası altında teslimiyetin, halk adına konuşarak halkın gücünü tüketmenin adıdır.

Bugün Kürt halkı için en büyük mücadele yalnızca dış düşmana karşı değil, içteki bu çürümeye, görünüme ve ideolojik teslimiyete karşı yürütülmelidir. Barzanici aile tahakkümünden Avrupa’daki elitist temsili henüz dayanamamış, hukuk siyaseti Temel sistemiçileşmeden, Rojava’daki vitrin sel desteğine, popülizm ve liberal biçimlere kadar pek çok alanda Judenratlaşma bir rejimin rejimine tabi tutulmuştur. Bu rejim, sistemin taşeronu gibi çalışır. Özgürlüğün değişiminin içini boşaltır, içindeki öfkesini sistemle uyumlu kanallara yönlendirir, devrimin damarlarının işleyişini keser.

Bu çözülme engellerinin çıkışının yolu nettir, temel-politik direniş çizgisini yeniden inşa etmek. Bu çizgi, yalnızca ideolojik bir tercih değil, toplumsal varoluşun kendisidir. Ancak özgürlük hakikatin diliyle, halkın öz gücüyle, kadınların desteğiyle ve yaşam alanında her alanda eşit kurulacak, dayanışmacı ve adil ilişkilerle mümkündür. Bu nedenle direniş artık sadece düşmana karşı değil, sahte temsile, içi konforculuğa, entelektüel yabancılaşmaya ve ideolojik kirliliğe karşı da direndi.

Artık Kürt kimin olduğu değil, kimin halk için hangi işlevi yerine getirilmiş olmalıdır. Çünkü kimlik, bir biyolojik ya da gerçekte veri değil, politik bir durma, yaşamsal bir tercihtir. Özgürlük, yalnızca sloganlarda değil, örgütlenmemiş, yaşam kesilmeli, toplumsal paylaşımlarda görünmelidir.

Kürt halkı bugün yeni bir eşikte durmaktadır. Ya iç ayrılıkla yüzleşecek, sahte temsilin büyüsünü bozacak, Judenratlaşmayı tanımlayarak bölünmüş-politik toplumu yeniden kuracak ya da yıkımı doğuştan normalleştirecek ve sistem parçası haline gelecektir. Bu tercih yalnızca siyasal değil, varoluşsal bir tercihtir.

 

 

Related Articles

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Back to top button