DODOĞANIN DİYALEKTİĞİ VE ANLAMIN YENİDEN KURULUŞU
Doğa, İnsan ve Özgürlük Üzerine Teorik Bir Yorum
Mehmet Faruk
Doğa Nedir, Anlam Nedir?
Doğa, yalnızca ağaçlar, dağlar ve canlılar toplamı değildir. Aynı zamanda bizim varoluşumuzun ilk
ve vazgeçilmez zeminidir. İnsan bu zeminin içinde doğar, gelişir ve dönüşür. Ama doğa aynı
zamanda bir “konuşma” biçimidir. İnsan bu konuşmayı dinleyerek anlamayı öğrenir. Anlam, işte bu
ilişkinin ürünüdür.
Rebertinin ; tanımıyla anlam, bir şeyin ne olduğu kadar, başka şeylerle kurduğu ilişkiyle ortaya
çıkan bir bütünlüktür. Anlam tek başına bir bilinçte değil, toplumsal ve tarihsel bağlamda doğar. O
yüzden anlam daima toplumsaldır, paylaşımlıdır, ortaklaştırıcıdır.
Birinci Doğa ve İkinci Doğa: İnsan Nerede Duruyor?
Rebertinin , geliştirdiği en önemli kavramsal ayrımlardan biri birinci doğa ve ikinci doğa ayrımıdır:
Birinci doğa, insanın içine doğduğu, henüz müdahale etmediği doğal çevredir. Bu doğada
insan, doğanın bir parçasıdır. Hayvanlar, nehirler, dağlar ve gökyüzüyle iç içedir.
İkinci doğa ise insanın doğaya müdahale ederek kurduğu toplumsal dünyadır. Ev yapar, dil
kurar, tarım geliştirir, üretim ve ilişki biçimleri inşa eder. Bu doğa, artık sadece doğal değil,
toplumsal ve tarihsel olarak inşa edilmiş bir gerçekliktir.
Bu ikinci doğa, anlamın yoğunlaştığı alandır. Çünkü insan burada yalnızca yaşamakla kalmaz,
düşünür, üretir, değerlendirir. Ama bu alan, doğayla olan bağı kopardığında, anlam krizi de başlar.
Ayrıca, doğa yasalarının birebir toplumsal yapılara uygulanması, insan iradesini, kültürel çeşitliliği
ve tarihsel özgünlüğü göz ardı eden indirgemeci bir hataya yol açabilir.
Anlam Nasıl Oluşur? Mimetik Öğrenme ve Sezgi
İnsan, ilk öğrenmesini doğayı taklit ederek (mimetik) yapar. Bu, sadece çocuklukta değil,
insanlığın erken döneminde de geçerlidir. Kuşları izleyerek uçmayı hayal eden, hayvanların
hareketlerini izleyerek avlanan insan, doğadan öğrendikçe onu dönüştürmeye başlar.
Walter Benjamin, bu ilk öğrenmenin mimetik yetenek olduğunu söyler: Görerek, duyarak,
hissederek öğrenme. Bergson ise bu öğrenmenin yalnızca kavramlarla değil, sezgiyle
gerçekleşebileceğini savunur. Sezgi, doğanın ritmini yakalama, onunla birlikte akma halidir.
Ama zamanla simgesel dil gelişir, kavramlar oluşur ve insan artık doğayı duyarak değil,
tanımlayarak anlamaya başlar. Bu, bir yandan insanın gelişimini sağlar ama öte yandan doğayla
olan bağın zayıflamasına yol açar.
Kavramın Yükselişi ve Anlamın Yabancılaşması
Dil ve kavramlar, insanın doğayı düzenlemesini ve anlamlandırmasını sağlar. Ama bu düzenleme
süreci, doğayla olan duyusal bağın yerini soyutlamalara bırakır. Heidegger’e göre, bu durum
“Varlık’ın unutuluşu”na yol açar: İnsan artık var olanı görmez, sadece işe yarayıp yaramadığına
bakar.
Reberti de bu süreci “kapitalist aklın doğaya yabancılaşması” olarak tanımlar. Kavramlar artık
anlam üretmenin değil, iktidar kurmanın aracına dönüşür. Doğa da sadece “ham madde” olarak
görülmeye başlanır.
Bu süreçte ikinci doğa, birinci doğadan tamamen kopar. Oysa insan, doğadan kopuk bir varlık
değil; doğayı anlamlandırarak, onunla uyum içinde yaşayarak özgürleşebilir.
Kapitalist Modernitenin Anlam Krizi
Kapitalist modernite, ikinci doğayı sadece ekonomik bir araç olarak kurar. İnsan-doğa-toplum
üçgeni çözülür; doğa metaya, insan iş gücüne, toplum ise pazara indirgenir. Reberti, bu süreci
şöyle açıklar:
“Kapitalist modernite, anlamı üretmekten çok tüketir. İnsan, doğayla ve toplumla kurduğu anlam
bağını kaybettiğinde, yabancılaşma başlar.”
Bu yabancılaşma, sadece ekonomik değil; ahlaki, kültürel ve zihinsel bir yıkımdır. İnsan artık ne
doğayı ne de kendini dinler. Özgürlük, tüketimle karıştırılır. Oysa gerçek anlam, sadece doğayı
anlamakla değil, onunla yeni bir yaşam kurmakla mümkündür.
Doğanın Yeniden Dinlenmesi: Anlamın Özgürleşmesi
Anlamı yeniden kurmak için doğayla olan ilişkimizi yeniden düşünmeliyiz. Spinoza’nın “Tanrı ya
da Doğa” (Deus sive Natura) ifadesinde olduğu gibi, doğa sadece dışsal bir çevre değil, varlığın
içkin kaynağıdır. Reberti , bu bağlamda özgürlüğü şöyle tanımlar:“Özgürlük doğaya dönüş değildir; doğayla yeniden ahenk kurmaktır.”
Bu ahenk, doğayı taklit etmek değil, onunla birlikte yeni anlamlar üretmektir. Arendt’in dediği
gibi, eylem anlam üretir. Eylem, doğayla kurulan bağ üzerinden toplumla birlikte yapılırsa, işte o
zaman anlam, özgürlük ve yaşam birleşir.
ANLAMAK, ÖZGÜRLÜKTÜR VE YAPMAKTIR
Anlam, doğayla kurulan diyalektiğin sonucudur. Dinlemekle başlar, kavramla derinleşir, eylemle
tamamlanır. İnsan ancak doğayı anladığında, yani onunla ilişki kurduğunda gerçekten
özgürleşebilir.
Reber APO, bu süreci şu sözle özetler:
“Anlamak özgürlük ve yapmaktır.”
Bu, yalnızca düşünsel bir önerme değil, aynı zamanda pratik bir çağrıdır. Doğayla, toplumla,
tarihle yeniden ilişki kurmak, yeni anlamlar üretmek ve bu anlamı toplumsal yaşamda inşa etmek…
Ancak böyle bir süreçte, doğa bir nesne olmaktan çıkar, yeniden insanın yoldaşı olur. Anlam
yeniden paylaşılır, toplum yeniden kurulur. Ve insan, hem doğaya hem kendine yabancı olmaktan
çıkar.
Doğanın Çokluk ve Fark Yapısı Demokratik Toplumun Ontolojik Zemini
Gilles Deleuze’e göre doğa, bir birlik ya da öz ile tanımlanamaz. Doğa, sürekli bir oluş, bir farklar
çokluğudur. Onda değişmeyen bir öz değil, sürekli dönüşen bir yapı vardır. Bu yüzden doğayı
anlamak, onu sabit kavramlarla sınıflandırmak değil, oluş süreçlerine katılmak, bu sürecin bir
parçası haline gelmektir.
Deleuze’ün “içkin ontoloji” (immanent ontology) anlayışı, doğayı ve varlığı aşkın bir merkeze
bağlamadan, içinden kavrama çabasıdır. Bu, doğayı dışsal bir nesne gibi görmek yerine, onunla
birlikte var olma, onunla birlikte düşünme, hissetme ve eylemde bulunma biçimidir. Doğa, burada
yalnızca çevremiz değil, bizatihi içinde oluştuğumuz ve birlikte aktığımız bir gerçekliktir.
Bu yaklaşım, Rebertinin, demokratik toplum ve toplumcu sosyalizm anlayışıyla doğrudan
örtüşür. Önderliğe göre doğa, toplumun hem maddi hem de ahlaki temelidir. Doğaya karşı
kurulmuş bir uygarlık değil, doğayla uyum içinde bir yaşam biçimi inşa edilmelidir. Bu yaşam
biçimi, tıpkı Deleuze’ün düşündüğü gibi, tek biçimlilik yerine çokluğu, emredici özne yerine
karşılıklı oluşu, merkezileşmiş otorite yerine özgür toplulukları esas alır.
Reberti , doğayla ve toplumla birlikte anlam üretmenin, kapitalist modernitenin dayattığı anlam
krizine karşı demokratik moderniteyi kurmanın ilk adımı olduğunu savunur. Anlam burada, tıpkı
Deleuze’ün tarif ettiği gibi, sabit değil; hareketli, çoğul, ilişkisel ve yapıcı bir düzlemde ortaya çıkar.
Demokratik toplum bu anlamda sadece siyasal bir örgütlenme değil, doğanın çokluk yapısıyla
uyumlu bir yaşam felsefesidir. Bu felsefe, merkeziyetçi, özcü, dayatmacı formların yerine
çoğulluğu, yerelliği, katılımı ve doğayla etik bir ilişkiyi koyar. Anlam ise bu yaşamsal uyumun hem
ürünü hem de taşıyıcısıdır.
SONUÇ: Anlam, Yaşam ve Özgürlük – Yapmakla Tamamlanan Bir Bilinç
Tüm bu yaklaşımların ortaklaştığı nokta şudur: Anlam, doğayla ve toplumla kurulan ilişkinin
ürünüdür. Onu kavrayış, ancak birlikte yaşamak ve birlikte üretmekle mümkündür. Anlam, sabit bir
bilgi değil; her an yeniden kurulan, paylaşılan, dönüştürülen bir yaşantıdır. Bu yaşantı, doğanın
çokluğuna kulak veren, onunla uyum kuran bir bilincin eseridir.
Reberti APO’ nun; şu sözü, bu düşünsel çerçevenin hem özeti hem de yön verici ifadesidir:
“Anlamak özgürlük ve yapmaktır.”
Anlamak, yalnızca bilmek değil, özgürlük yaratmaktır. Özgürlük ise yalnızca dışsal baskılardan
kurtulmak değil, anlamlı bir yaşamı kendi ellerimizle inşa etmektir. Doğayla uyum, toplumla birlikte
var olma, çokluğu kucaklama ve ortak değerlerde birleşme… İşte bu, anlamı yaşamla
bütünleştiren hakiki özgürlüktür.
Bugün ihtiyaç duyulan şey, ne doğaya hükmeden teknik bilgi ne de uzak kavramlarla soyut akıl
yürütmektir. Gerekli olan, anlamı yeniden kuracak toplumcu, doğayla uyumlu, çoğulcu bir bilinçtir.
Bu bilinç, demokratik toplumun da temelidir. Bu temel üzerine kurulan bir yaşam ise sadece
anlamlı değil, özgür ve yaratıcı bir yaşam olacaktır.