Kadın Toplumsallığı ve Sorunsallık: Tarihin Diyalektiği Üzerine Karşılaştırmalı ve Eleştirel Bir Analiz
Bu makale, Önderliğin “kadın toplumsallığı ve sorunsallığı” yaklaşımını, toplumsal cinsiyet, tarih ve uygarlık ilişkisi bağlamında eleştirisel ve yapı-sökümsel bir yöntemle inceler. Kadın ve erkeklik biçimlerinin tarihsel inşa süreçleri, sınıf teorileriyle karşılaştırmalı biçimde tartışılır. Deleuze, Butler, Beauvoir ve Sartre gibi düşünürlerin katkılarıyla toplumsal cinsiyetin bir farklar rejimi mi, yoksa baskı ilişkisi mi olduğu sorgulanır. Nihayetinde makale, farkı karşıtlığa dönüştürmeyen bir özgürlük ve düşünce zemini önerir.
Mehmet Faruk
Bu makale, Önderliğin “kadın toplumsallığı ve sorunsallığı” yaklaşımını, toplumsal cinsiyet, tarih ve uygarlık ilişkisi bağlamında eleştirisel ve yapı-sökümsel bir yöntemle inceler. Kadın ve erkeklik biçimlerinin tarihsel inşa süreçleri, sınıf teorileriyle karşılaştırmalı biçimde tartışılır. Deleuze, Butler, Beauvoir ve Sartre gibi düşünürlerin katkılarıyla toplumsal cinsiyetin bir farklar rejimi mi, yoksa baskı ilişkisi mi olduğu sorgulanır. Nihayetinde makale, farkı karşıtlığa dönüştürmeyen bir özgürlük ve düşünce zemini önerir.
Fark Sorun Değildir, Karşıtlık Sorundur
Önderlik, kadın toplumsallığına ilişkin yaklaşımı, uygarlığın kurucu kırılmasına yönelir. Önderliğe göre kadınla erkek arasındaki fark doğaldır, ancak bu farkın toplumsal karşıtlığa dönüşmesiyle birlikte sorunsallık başlar:
“Doğa seni ikiye ayırsa, bu ikiye ayrılmayı bir özgürlük imkânı olarak göreceksin… Mühim olan bunları karşıt hale getirmemektir.” (Önderlik, 2011)
Bu, yalnızca bir cinsiyet ilişkisi eleştirisi değildir. Aynı zamanda uygarlık dediğimiz yapının, temelde bu karşıtlık üzerine inşa edildiğini söyleyen radikal bir tarih okumasıdır. O halde şu sorularla ilerleyebiliriz:
- Toplumsal sorunlar, gerçekten devletin doğuşuyla mı başladı?
- Tarih yalnızca sınıf mücadelelerinden mi ibarettir?
- İlk topluluklarda avcılık ve toplayıcılık birer sınıf mıydı, yoksa doğal iş bölümleri miydi?
Sınıf, İş Bölümü ve Cinsiyet: Bir Yanılsamanın Yapı-Sökümü:
Marksist teoriye göre tarihin motoru sınıf mücadeleleridir. Ancak bu yaklaşım, çoğu zaman cinsiyetin kurucu etkisini tali bir mesele haline getirir. Oysa Önderlik, bu varsayımı sorgular: “Toplumsal sorunsallık devletle başlamadı… Kadın-erkek çelişkisi bu yapıdan çok önce gelişmiştir.”
Burada şu ayrımı yapmak gerekir: İş bölümü ile sınıf aynı şey değildir. Avcılık ve toplayıcılık, doğada türlerin ve bedenlerin ritmine göre şekillenmiş doğal görev paylaşımıdır. Oysa sınıf, ekonomik artı-değerin bir grup tarafından denetlenmesiyle oluşur. Avcı ile toplayıcı arasında bir sömürü ilişkisi yoksa, orada sınıftan söz etmek mümkün değildir.
Önderliğin yaptığı, Marksist “sınıf önce gelir” tezine bir yapı-söküm getirmektir. O, sınıflardan da eski olanın kadının tarihsel bastırılması olduğunu savunur. Bu, Simone de Beauvoir’ın şu tespitiyle örtüşür:
“Kadın, tarih boyunca daima öteki olarak kuruldu.” (Beauvoir, 1949)
Kadın, üretim ilişkilerinin bir sonucu değil, kültürel-simgesel düzenin ilk nesnesidir. Kadın-erkek farkı, önce doğal, sonra ideolojik bir baskı aracına dönüşmüştür.
Erkek Sözünün Kuruluşu: Toplumsal Cinsiyetin İlk Kodları
Önderliğin, “ilk toplumsal kırılma”ya dair değerlendirmesi, Deleuze ve Guattari’nin “bedensiz organlar” kavramıyla örtüşür. Erkek, kadın üzerinde konuşmaya başladığında, onun deneyimini ve bedenini işlevsel bir nesneye dönüştürür. Bu, dişil öznenin organsızlaştırılması, yani kendi deneyimini yaşayamaması anlamına gelir.
“Kadın artık kendi bedeniyle değil; erkek tarafından tanımlanmış işlevlerle anılır.” (Deleuze &
Guattari, 1972)
Bu durum, Judith Butler’ın toplumsal cinsiyet performansları teorisini de destekler. Cinsiyet, özsel bir şey değildir; tekrarlarla, dışsal normlarla içselleştirilir:
“Kadınlık bir öz değildir; tarihsel ve kültürel olarak inşa edilen bir normatif düzendir.” (Butler, 1990)
Dolayısıyla “kadınlık” da, “erkeklik” de doğada bulunmaz. Bu yapılar, tarihsel olarak üretilmiş ve iktidar tarafından kurumsallaştırılmıştır.
Tarih Nedir? Sınıf Mücadelesi mi, Cinsiyet Rejimi mi?
Tarih yalnızca sınıfların mücadelesi midir? Yoksa tarih, cinsiyet kodlarının, simgesel şemaların, iktidar ilişkilerinin değişimiyle de açıklanabilir mi?
Önderlik, tarihsel materyalizmin sınıf merkezli anlatısına alternatif bir zemin açar: Kadının bastırılması, uygarlığın ilk biçimidir. Devletten önce, sınıftan önce, yazıdan önce, kadın üzerinde kurulan tahakküm vardır. Bu görüş, yalnızca feminist bir tespit değil; tarihin yeniden yazımıdır. Michel Foucault’nun da dediği gibi:
“Tarih, egemenlerin hikâyesidir; biz artık bedenlerin, arzuların, dillerin tarihini yazmalıyız.”
(Foucault, 1976)
Önderlik tam da bu çağrıya yanıt verir: Kadının tarihi yazılmadıkça, toplumun tarihi eksiktir.
Bu noktada Friedrich Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı yapıtına göndermek önemlidir. Engels, tarihsel süreçte kadının erkek tarafından ezilmesini “ilk sınıf çelişkisi” olarak tanımlar. özel mülkiyet, kadın üzerindeki egemenlikle birlikte parelel bir şekilde yürür. “Kadın cinsinin boyun eğdirilmesi, tarihteki ilk sınıf baskısına tekabül eder. Bu baskı, kutsal ailenin, özel mülkiyetin ve devletin oluşum süreciyle el ele ilerlemiştir.” (Engels, 1884) Bu saptama, sınıf kavramının yalnızca ekonomik sömürüyle sınırlı tutulamayacağını gösterir. Kadının toplumsal bastırılması yalnızca üretim ilişkileri içinde değil; aynı zamanda ailenin kutsanması, erkek soyunun ön plana çıkarılması ve ataerkil kalıtım sisteminin kurulması üzerinden de örgütlenmiştir.
Bu çerçevede Marx’ın kadın sömürüsüne ilişkin çok katmanlı analizleri de dikkate değerdir. Marx, kadının baskılanma biçimlerinin sadece sınıfsal olmadığını, aynı zamanda ulusal ve cinsel düzeyde de sürdüğünü ifade eder. Şöyle der:
“Erkek, ulusal ve sınıfsal düzlemde iki kez sömürülür. Kadın ise üç kez: Ulusal, sınıfsal ve cinsel olarak.”
(Marx’tan aktaran: Raya Dunayevskaya, “Marxism and Freedom”, 1958)
Bu tespit, kadın üzerindeki tahakkümün hem sınıf içi hem sınıflar arası hem de cinsel-politik düzeyde işlediğini gösterir. Yani kadın, bir işçi olarak burjuvazi tarafından sömürülür; aynı zamanda işçi sınıfı içindeki erkek tarafından da patriyarkal olarak bastırılır. Ve nihayet, tüm bu yapılar onun cinselliği, bedeni ve yeniden üretim işlevi üzerinden kurumsallaşır.
Bu analiz, Judith Butler’ın toplumsal cinsiyetin yalnızca kültürel bir performans değil, aynı zamanda iktidarın bedensel-teknolojik bir aygıtı olduğu yönündeki savıyla birleşir. Butler’a göre:
“Kadınlık bir öz değildir; tarihsel ve kültürel olarak inşa edilen bir normatif düzendir.” (Butler, 1990)
O halde kadınlık, yalnızca ideolojik değil; aynı zamanda biyopolitik bir kurgudur. Marx’ın kadının üçlü sömürüsüne dair bu çerçevesi, Önderliğin kadının yalnızca bastırılmış değil aynı zamanda yeniden toplumu inşa edecek özne olduğu yönündeki görüşüne yaklaşır. Kadın üzerindeki tarihsel tahakkümün çözülmesi, yalnızca özgürlük değil, yeni bir toplumsallık biçiminin de doğumudur.
Diyalektiği Hatırlamak: Fark ve Özgürlük Arasında
Önderlik, farkı bastırmak değil; karşıtlığa dönüştürmemek gerektiğini savunur. Eril ve dişil, doğada vardır; ama bu farklar düşmanlığa dönüştürülmemelidir. Bu düşünce, Deleuze’ün “fark ontolojisi” ile çakışır:
“Varlık bir öz değildir; farkların hareketidir.” (Deleuze, 1968)
Farklılık, bölünmenin nedeni değil; yaratımın koşuludur. Kadınla erkek, fark üzerinden bir araya geldiklerinde, yeni bir toplumsal ontoloji doğar. Sartre’ın özgürlük anlayışı burada yankılanır: İnsan, tanımlanmış değil; kendi eylemiyle tanımlayan bir varlıktır.
Ortak Aklın İnşası: Yeni Dönem Örgütlülüğü
Önderliğin kadın özgürlüğü paradigması, yalnızca cinsiyet eşitliği taleplerine yanıt veren bir çerçeve değil; bütünlüklü bir toplumsal yeniden inşa projesidir. Bu projede, kadın aklı ve erkek aklı gibi kategorik ayrımların ötesine geçilmesi esastır. Zira Önderlik’e göre, sorun kadın ve erkek arasında doğal olarak var olan farkta değil; bu farkın tahakkümcü bir karşıtlığa dönüştürülmesindedir. Dolayısıyla mesele, bir tarafı merkeze alarak diğerini yeniden marjinalleştirmek değil, her iki tarafın da insanlık adına bir bütünlük oluşturacak şekilde yeniden buluşmasıdır.
Kadın ve erkek aklını birbirinden ayrı, özcü kategoriler olarak düşünmek; farkları kalıcı kutuplaşmalara dönüştürmek anlamına gelir. Oysa Önderliğe göre, esas olan bu iki tarihsel tecrübenin ve düşünsel akışın buluşturularak, yaşamla daha bütünsel bir ilişki kurabilen yeni bir “ortak bilme biçimi”nin inşa edilmesidir. Bu, hem sezgisel hem analitik, hem duyusal hem kavramsal olanın bir araya geldiği bir zihinsel yeniden kuruluş anlamına gelir.
Bu bağlamda, kadının siyasal ve ekonomik alanda “kendi alanını” kurması bir hedef değil, aşılması gereken bir ara evredir. Çünkü bu tür bir ayrışma, özünde kadın üzerindeki tahakkümün başka bir biçimde devam etmesine hizmet edebilir. Önderliğin perspektifi, alan ayrışmalarının ötesine geçerek, kadın ve erkeğin eşitlik temelinde birlikte kurucu özne haline geldiği bir örgütsel inşayı hedefler.
Yeni dönem örgütsel yapılanma süreci de bu ilkeyi merkeze almalıdır. Kadın özgürlüğü, yalnızca kadının görünürlüğünü değil, aynı zamanda erkekliğin çözülmesini ve toplumsal ilişkilerin cinsiyet temelli karşıtlıklardan arındırılmasını da içermelidir. Örgütsel akıl; erkek egemen aklın aşılmasıyla, ama onun yerine özcü bir kadın aklının ikame edilmesiyle değil; bu iki tarihsel akışın eleştirel bir senteziyle gelişmelidir.
Önderliğin şu vurgusu bu anlamda belirleyicidir:
“Kadın ve erkek bir araya geldiklerinde, yalnızca birbirlerini tamamlamamalı, birlikte yeni bir toplumsal aklı doğurmalıdırlar.”
Dolayısıyla yeni örgütlülük modeli, farkları kutuplaşma değil diyalog zemini olarak gören, karar alma süreçlerinde cinsiyetleri eşit ama özcü değil tamamlayıcı ve dönüştürücü bir biçimde konumlandıran bir yapıya dayanmalıdır. Kadın ve erkek, artık birer temsil değil; ortak yaşamın kurucu bilinçleri olarak düşünülmelidir.
Bu yaklaşım, sadece kadın ve erkek arasında değil; toplumun tüm farklılıkları arasında yeni bir özgürlük ve dayanışma zeminini mümkün kılar. Böylece örgüt, farkların bastırıldığı değil, özgürce ifade edildiği ama karşıtlığa dönüşmediği bir yaşam alanına dönüşür.
Sonuç: Yapıyı Söküp Farkla Yeniden Kurmak
Tarih, yalnızca ekonomiyle; toplum yalnızca devletle; cinsiyet yalnızca doğayla açıklanamaz. Önderliğin yaklaşımı, tarihsel, kültürel ve ontolojik bir yapı-söküme çağrıdır.
Kadın toplumsallığı, yalnızca bastırılmışlığın değil; aynı zamanda özgürlüğün taşıyıcısıdır. Farkı kutuplaşmaya değil, diyaloğa dönüştüren bir siyasal ve etik perspektif gereklidir. Kadınlık ve erkeklik gibi kavramlar sabit değil; yeniden kurulabilir, yeniden yorumlanabilir olgulardır. Bu, yalnızca bir cinsiyet meselesi değil, insanlık durumunun yeniden kurulmasıdır.